Sağlık Bakanlığı tarafından ilk COVID-19 hastasının açıklandığı 11 Mart 2020 tarihinden itibaren ülkemizde pandemi kapsamı dışındaki neredeyse bütün sağlık hizmetleri ve bunu sağlayacak altyapı, emek gücü, finansman ve organizasyon önemli düzeyde ihmale uğramış, hatta yok sayılmıştır. Sağlık Bakanlığı ve iktidarın söz konusu kabul edilemez tutumunun neden olduğu hizmet yoksunluğuna bağlı ölümler başta olmak üzere, birçok sağlık sorununun sayısal verilerine ancak gelecek yıllarda sahip olabileceğiz. Sizlerle paylaştığımız bu çalışma, söz konusu nedenlerle öncelikli olarak COVID-19 pandemisi ile ilgili veriler dışındaki değerlendirmeleri kapsamaktadır.

Aşağıda yer alan sayısal değerlendirmeler; Sağlık Bakanlığı (SB), SB Tıpta Uzmanlık Kurulu (TUK), Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve Tıp Eğitimi Programlarını Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği (TEPDAD) tarafından 04 Şubat 2021 tarihine kadar yayımlanmış en son veriler kullanılarak gerçekleştirilmiştir.

Toplumsal Sağlık Düzeyi ve Sağlıkta Eşitsizlikler:

Sağlık hizmetleri, ulaşılabilir, parasız ve nitelikli olsa bile tek başına toplumun sağlıklı olabilmesi için yeterli olmadığı uzun yıllardan beridir bilinen, bilimsel bir bilgi ve toplumsal bir gerçekliktir. Yanı sıra, yeterli ve dengeli beslenme, temiz su, temiz hava, sağlıklı konut, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam, eğitim vb. ögelerin de toplumun üyeleri için gereksinimlerinin karşılanacağı nitelik ve nicelikte sağlanması gerekmektedir.

Türkiye’de siyasal alanın yanı sıra, toplumsal refahın temel ögelerinden olan ekonomi alanda da durum ne yazık ki her geçen gün daha da sorunlu hale gelmektedir. Örneğin, Türkiye ekonomisi 2013 yılından itibaren küçülmeye devam ediyor.

Son verilere göre, 2013 yılında 12 bin 480 dolar olan kişi başına gayrisafi yurtiçi gelir, 2019 yılında 3 bin 357 dolar azalıp, 9 bin 123 dolara düştü. Diğer bir ifadeyle, kişi başına ortalama gelir 2013 yılına göre %27 azaldı. Türkiye’de en zengin kentle en yoksul kent arasındaki kişi başına gelir farkı son 10 yılın en üst düzeyine çıkarak, fark %550’ye yaklaştı.

İller arasındaki eşitsizlikler sağlık alanında da artmaya devam ediyor. Türkiye’de 2019 yılında 10 bin 770 bebeğimiz, 13 bin 259 beş yaş altındaki çocuğumuz yaşamını kaybetmiştir. Başka bir ifadeyle, 2019 yılında her bin canlı doğuma karşılık 9,1 bebeğimiz birinci doğum gününü göremeden, 11,2 çocuğumuz da beşinci doğum gününü göremeden ölmüştür.

Bebek ölüm hızı en düşük (iyi) olduğu ilimizde binde 3,0; en yüksek (kötü) olduğu ilimizde ise binde 16,2’dir. Bebek ölüm hızının en iyi ve en kötü olduğu iller arasındaki fark 5 katından daha fazladır (Hız Oranı: 5,4). Beş yaş altı ölüm hızı ise, en düşük (iyi) olduğu ilimizde binde 3,0; en yüksek (kötü) olduğu ilimizde ise binde 19,6’dır. Beş yaş altı ölüm hızının en iyi ve en kötü olduğu iller arasındaki fark 6,5 kat (Hız Oranı: 6,5) olmuştur.

Türkiye’de iller arasındaki sosyoekonomik eşitsizlikler giderilebilseydi, 2018 yılında yaşamını kaybeden 11 bin 629 bebeğimizden 5 bin 373’ünün, 14 bin 240 beş yaş altı çocuğumuzdan da 7 bin 989’unun (topluma atfedilen risk sırasıyla %46,2 ve %56,1) ölümünü engellemek mümkün olabilecekti. Bununla birlikte, 2019 yılında yaşamını kaybeden 10 bin 770 bebeğimizden 7 bin 216’sının, 13 bin 259 beş yaş altı çocuğumuzdan da 9 bin 706’sının (topluma atfedilen risk sırasıyla %67,0 ve %73,2) ölümünü engellemek mümkün olabilecekti. Bu durum 2019 yılında ölümü engellenebilecek olmasına karşın kaybettiğimiz bebeklerimizin sayısının bin 843, ölümü engellenebilecek olmasına karşın yitirdiğimiz beş yaş altı çocuklarımızın sayısının da bin 717 artmış olduğunu ortaya koymaktadır. Böyle bir durum yalnızca hekim ve sağlık çalışanı olarak değil, bir yurttaş olarak da kabul edilebilir değildir.

Ülkemizde sağlıktaki eşitsizlikler de gelir dağılımında, işsizlikte, eğitimde olduğu gibi uçuruma dönüşmüştür. Bu utanç tablosunun ancak toplumsal eşitsizlikler ortadan kaldırılarak yok edilebileceği gözlerden uzak tutulmamalıdır.

Mezuniyet Öncesi Tıp Eğitimi:

Sağlık meslek eğitimlerinin olduğu gibi tıp eğitimi de kuramsal bilginin yanı sıra, uygulamalı eğitimle beceri kazandırmaya dayalıdır. Beceri kazanmaya yönelik eğitim de staj programları kapsamında planlanmaktadır. Bununla birlikte, COVID-19 pandemisi nedeniyle Nisan 2020 tarihinden itibaren kuramsal derslerin yanı sıra, stajların da yaygın olarak çevrimiçi gerçekleştirilmekte olduğu bilgisine sahibiz. 2019-2020 eğitim öğretim döneminde son sınıfta olan intern hekimler ortalama 2-3 stajlarını yüz yüze yapamadan mezun olurken; 5. sınıfta olanlar geçen dönemin ikinci yarısı ve bu dönemin ilk yarısındaki intern eğitimi ile ilgili uygulamalara katılamadılar. Aynı şekilde 4. sınıfta olanlar da geçen dönemin ikinci yarısındaki iki büyük anabilim dalı uygulamalarını ve bu dönemin ilk yarısında da 5. sınıfın staj uygulamalarını hekim olabilmenin gereksinimlerine uygun bir biçimde gerçekleştiremediler. Bu dönemin ikinci yarısında da (bahar döneminde) , SARS-CoV-2’nin özelliklerini dikkate alarak yapılacak düzenlemelerle staj uygulamalarının gerçekleştirilmesini hedefleyen herhangi bir çaba bulunmamaktadır.

Dünya genelinde tıp alanında uzaktan eğitim, COVID-19 pandemisi nedeniyle “acil” durumda uygulanan bir etkinliktir. Bununla birlikte Türkiye’de uygulanmakta olan, uluslararası standartlara uygun bir uzaktan eğitim değildir. Konunun ilgilileri maalesef bu durumu ve neden olabileceği sorunları ya görememekte ya da ciddiye almamaktadır. Çünkü bu durum hem meslektaşlarımız ve mesleğimiz hem de toplum sağlığı için önemli bir risk oluşturmaktadır. YÖK, tıp fakültesi dekanları, tıp eğitimi anabilim dalları, öğrenciler, öğretim elemanları ile TEPDAD ve UDEK başta olmak üzere, konunun bütün bileşenleri daha fazla zaman kaybetmeden bir araya gelerek, soruna bilimsel ve toplum yararına bir çözüm getirmelidir. Hiç olmazsa 2020-2021 eğitim öğretim döneminin ikinci yarısından başlanarak, sorunların çözümü için taraf olunmalıdır.

Türkiye’de 2020 yılında 88’i devlet ve 39’u vakıf üniversitelerinde olmak üzere toplam 127 tıp programı yürütülmektedir. Mezuniyet öncesi tıp eğitimi programlarından sadece 41’i (%32,3) akreditedir. Biraz daha ayrıntılı değerlendirecek olursak, vakıf üniversitelerindeki toplam 39 programdan yalnızca 6’sı (%15,4), devlet üniversitelerindeki toplam 88 programdan da 35’i (%39,8) TEPDAD tarafından akredite edilmiştir. Başka bir ifadeyle, ülkemizde tıp programlarından vakıf üniversitelerindekilerin %84,6’sının, devlet üniversitelerindekilerin de %60,2’sinin asgari standartları taşıyıp taşımadıkları bilinmemektedir.

Türkiye’de eğitim bilimsel olarak giderek niteliğini kaybetmesine karşın, mezuniyet öncesi tıp eğitimi programlarında standardizasyon ve eşitlik başta olmak üzere birçok sorun pandemi öncesinde de yaşanmaktaydı. Ancak pandemiyle birlikte, sorun olmayan ya da görece daha az sorun bulunan programlarda da eğitimin amaç ve hedeflerine ulaşmada önemli sorunları ortaya çıkaracak, var olanların daha da artmasına neden olacak bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız. O nedenledir ki öncelikle pandeminin neden olduğu sorunların mümkünse ortadan kaldırılabilmesi, değilse en aza indirilmesi için daha fazla gecikilmemelidir.

Bir kez daha vurgulamak isteriz ki, önemli olan tıp fakültelerinin sayısını artırmak değil, var olan programları asgari standartları taşır hale getirmek, bunu belgeleyebilmek ve programlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Çünkü bu durum toplum sağlığı için de bir tehdit oluşturmaktadır.

Mezuniyet Sonrası Tıp Eğitimi:

Sağlık Bakanlığı Tıpta Uzmanlık Kurulu (TUK), 13 Ocak 2021 tarihi itibariyle gerçekleştirdiği son güncellemeyi kamuoyu ile paylaştı. Söz konusu verilere göre, ülkemizde TUK tarafından düzenlenip değerlendirilmesi gereken, 4 bin 184 adet tıpta uzmanlık eğitim programı bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu programlardan 3 bin 133’ü (%74,9) “bir inceleme ve değerlendirme işlemine dayanmaksızın” TUK tarafından yetkilendirilmiştir. Başka bir ifadeyle TUK, alanı ile ilgili sorumluluklarından hiçbirini yerine getirmeden tıpta uzmanlık eğitim programlarından dörtte üçüne “olur” vermiştir. TUK, programlardan yalnızca 869’unu (%20,8) “bir inceleme değerlendirme işlemine dayanarak” yetkilendirilmiştir. Buna karşın TUK, 4 bin 184 adet tıpta uzmanlık eğitim programından 127’sinin eğitim yetkisini kaldırmış, 55’inin de eğitim yetkisini askıya almıştır.

TUK’un verilerine göre, TUK bilimsel ve yönetsel bir hata yapmakta ve hatasında da ısrar etmektedir. Böyle bir tablo kabul edilemez. Sağlık Bakanlığı, TUK üzerinden belirlemiş olduğu, tıpta uzmanlık eğitim programlarıyla ilgili asgari standartların, başta kendi eğitim hastaneleri olmak üzere bütün tıpta uzmanlık eğitim programlarında “bir inceleme değerlendirme işlemine dayanarak” uygulanmasını ve yetkilendirilmesini sağlamalıdır. Pandemi nedeniyle, tıpta uzmanlık eğitim programlarında, uzmanlık öğrencilerinin alanlarıyla ilgili formel eğitimlerine neredeyse bütün bileşenleriyle ara verilmiş olduğu hem eğitimi almakta olan hem de eğitimi vermekte olan taraflarca dile getirilmektedir. Bu durum, programlar için belirlenmiş olan “amaç ve hedeflere”, en azından bu dönemde, ulaşmanın çok zor hatta olanaksız olduğunu göstermektedir.

TUK, daha fazla zaman kaybetmeden, tüm alanlardan uzmanlık öğrencilerinin kendileri tarafından seçecekleri temsilcilerinin katılımının da sağlanacağı, eğitim sorumlusu öğretim elemanları, uzmanlık dernekleri, UDEK vb. yapıların da katılacağı, “uygulama için karar alıcı” bir toplantı düzenlemelidir. Bu toplantıda pandemiyle birlikte ortaya çıkan sorunlar bilimsel verilere dayalı olarak ortaya konmalı ve çözüm önerileri geliştirilmelidir. Bununla birlikte, programların öğrenin hedef ve amaçlarından vazgeçilmemeli, ulaşılabilmesi için gerekli adımların atılması öncelenmelidir.

Hekim Göçü:

Türk Tabipleri Birliği, hekimlik mesleğini Türkiye dışında yapmak isteyen üyelerine, hemen hemen bütün ülkelerin sağlık yetkilileri tarafından sunulması gereken zorunlu evraklar arasında bulunan bir yazılı belgeyi, üyelerinin başvuruları üzerine hazırlayıp vermektedir. İngilizcesi “Good Standing” olarak adlandırılan belgede; “Adı geçen kişinin; TTB’nin üyesi olduğu, Türkiye’de hekimlik faaliyetinde bulunup bulunmadığı ile hakkında mezuniyet tarihinden itibaren etik bakımdan herhangi bir soruşturma dosyası olup olmadığı” yer almaktadır. Ender olarak bazı akademik faaliyetler için de talep edilen bu içerikteki belge, TTB Merkez Konseyi (MK) tarafından, başvuru sahibi her bir hekim meslektaşımız için, şahsa özel olarak hazırlanmakta, Türkçe ve İngilizce dillerinde, ıslak imzalı olarak yine başvuru sahiplerine teslim edilmektedir. İki binli yılların başında yılda bir ikiyi geçmeyen hatta bazı yıllar hiç kimse tarafından talep edilmeyen bu belgenin isteminde, son yıllarda gözle görülür bir artış yaşanmaktadır (Tablo 1).

Tablo 1. TTB’den “Good Standing” belgesi alan hekim sayısı ve yıllara göre artışlar

Yıl

Sayı

Artış %

2012

  59

-

2013

  90

52,54

2014

 118

31,11

2015

 150

27,12

2016

 245

63,33

2017

 482

96,73

2018

 802

66,39

2019

1047

30,55

2020

 931

- 11,10

Bu belge, TTB tarafından, 2012 yılında 59, 2013’de 90, 2014’de 118, 2015 yılında 150, 2016’da 245, 2017 yılında 482, 2018’de 802, 2019 yılında bin 47 ve 2020 yılında da 931 hekime başvuruları üzerine verilmiştir. Söz konusu belge için COVID-19 pandemisine rağmen, 2020 yılında müracaat eden hekim sayısı 2019 yılı hariç, önceki bütün yıllardan daha fazla sayıda olması dikkat çekicidir.

YÖK tarafından 2020-2021 eğitim-öğretim döneminde, 5’i yurtdışında olmak üzere, 132 tıp fakültesi için 16 bin 448 öğrenci kontenjanı açılmıştır. Bu verilere göre, 2020 yılında, her bir tıp fakültesi birinci sınıfında ortalama 125 öğrenci okumaya başlamıştır. Söz konusu bilgilere göre, 2020 yılında yurtdışında çalışmak için belge alan hekim sayısının 7 tıp fakültesinin birinci sınıfı için açılan toplam kontenjanından daha fazla olduğu görülmektedir. Bu durum, başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere, hükümet tarafından görmezden gelinmemelidir. Söz konusu verilerden çıkarılabilecek sonuç; “meslektaşlarımız zaman geçtikçe bu ülkeyi yaşanılır ve bu ülkede hekimlik mesleğini yapılabilir bulmuyorlar” şeklinde görülmektedir. Bu sayılar bir çığlık olarak duyulmalı ve alarm olarak tanımlanmalıdır.

Sağlık Güvencesi Kapsamı ve Sağlık Sigortası Primi:

AKP hükümetleri, Dünya Bankası tarafından planlanıp bütçesi ve uzmanları sağlanan, hatta ödül bile verilen Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) kapsamında Türkiye’de sağlık hizmetlerinin finansmanında hâkim model olan genel bütçe ve kamu sağlık sigortası modelinden toplumsal yarar gözetmeden vazgeçmiştir. Yerine, 2006 yılında, genel sağlık sigortası (GSS) adı altında “Neoliberal Kamu Sağlık Sigortacılığı” modeli kurulmuştur. GSS, Ekim 2008 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Bu model başlatıldığından beri, her bir yurttaş, kamu sağlık sigortası kapsamında olabilmek için ödediği vergiler dışında bir de düzenli olarak “sağlık sigortası primi” ödemek zorundadır.

Hükümetler, 2018 yılında ülke nüfusunun %14’ünü, 2019 yılında da %15’ini sosyal güvenlik kapsamı dışında bırakmıştır. Bununla birlikte, 2019 yılında sosyal güvenlik kapsamındaki 70 milyon 704 bin 680 kişinin de 2 milyon 393 bin 87’si GSS primlerini doğrudan kendi ceplerinden öderken; Bağ-Kur kapsamında olup tamamına yakının da prim borcu bulunan 5 milyon 935 bin kişinin sigortalılığının prim borcu nedeniyle kesintiye uğramaması için hükümet tarafından 31 Aralık 2019 tarihine kadar geçerli olmak geçici bir düzenleme yapılmıştır. Benzer düzenleme 2020 yılında da yapılmış ancak, geçerlilik süresi 31 Aralık 2020 tarihinde sona ermiştir. Üç haftayı aşan bir belirsizlikten sonra, konuyla ilgili düzenleme 23 Ocak 2021 tarihinde yapılmış ve süre bu defa da 31 Aralık 2021 tarihine kadar uzatılmıştır. SGK’nin en son yayımladığı Kasım 2020 verilerine göre, prim borcu olanlar da dahil olmak üzere, sosyal güvenlik kapsamındaki ülke nüfusu yalnızca 72 milyon 230 bin 414 kişidir. TÜİK tarafından 4 Şubat 2021 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan, 2020 Türkiye nüfusunun 83 milyon 614 bin 362 kişi olduğu düşünüldüğünde, 11 milyon 383 bin 948 yurttaşımız sosyal güvenlik kapsamı dışındadır. Başka bir ifadeyle, göçmenler dışındaki ülke nüfusunun yalnızca %86,4’ü sosyal güvenlik kapsamındadır.

SGK ise kamu sağlık finans kurumu olarak, topladığı sağlık sigortası primlerini özel hastanelere aktarmaya devam ediyor: 2018 yılında, her bir başvuru başına 2. basamak devlet hastanesine ortalama 52,26 TL; 2. basamak özel hastaneye ise ortalama 115,18 TL ödediğini belirtmiştir. Dikkat çeken durum aradaki farkın %220’ye ulaşmış olmasıdır. SGK, 2019 yılı itibariyle de her başvuru başına 2. basamak devlet hastanesine ortalama 51,86 TL; 2. basamak özel hastaneye ise ortalama 125,98 TL ödemiştir. Aradaki fark %243’e yükselmiştir. Kamu kaynaklarının, SGK eliyle özel sektöre aktarılması hız kesmeden 2020 yılının ilk dokuz ayında da devam etmiştir. Bu dönemde, SGK, her bir başvuru başına 2. basamak devlet hastanesine ortalama 66,1 TL öderken; 2. basamak özel hastaneye ise ortalama 172,9 TL ödemiştir. Böylece aradaki fark %262’ye yükselmiştir.

Sağlık Hizmetlerinin Finansmanı:

Türkiye’de, TÜİK’in en son verilerine göre sağlık hizmetleri için 2019 yılında toplam 201 milyar 31 milyon TL harcama yapılmıştır. Söz konusu harcamanın aynı yılın gayri safi yurtiçi gelir (GSYİH) içindeki payı %4,7’dir. Oysa 2009 yılında gerçekleşen sağlık harcamalarının GSYİH’deki payı %6,1’dir. Sağlık harcamalarının GSYİH içindeki payı da kişi başına düşen gelir gibi azalmaya devam etmektedir. Eğer 2019 yılında gerçekleşen sağlık harcamalarının GSYİH içindeki payı 2009 yılındakine benzer oranda gerçekleşmiş olsaydı yapılan toplam sağlık harcaması 263 milyar 532 milyon TL civarında olacaktı. Söz konusu oransal fark dikkate alındığında 2019 yılında gerçekleşen sağlık harcamasının 2009 yılına göre 62 milyar 501 milyon TL daha az olduğunu ifade edebiliriz.

Bunun yanı sıra, 2019 yılında toplam cari sağlık harcaması 187 milyar 674 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Söz konusu toplamın yalnızca 44 milyar 7 milyon TL’si mahalli idareler ve merkezi devlet tarafından harcanmıştır. Başka bir ifadeyle, cari sağlık harcamaları içinde devletin payı yalnızca %23,4’tür.

Türkiye’de kişiler tarafından yapılan sağlık harcamalarını; GSS için prim ödemesi, bu primi ödeyip GSS kapsamında olduktan sonra da sağlık hizmetlerini kullanabilmek için; reçete katılım payı, muayene katılım payı, ilaç katılım payı, ilaç fiyat farkı vb. 10’u geçen ek ödeme kalemleri olarak sayabiliriz. Harcamalar arasında, bir de GSS kapsamında olmayanların zorunlu olmak üzere yaptığı tedavi, ilaç ve ortez, protez giderleri bulunmaktadır.

Paylaştığımız bu başlıklar altında değişik kalemlerde adlandırılıyor olsa da 2019 yılında kişiler tarafından yapılan toplam cari sağlık harcamalarının payı %76,6 olarak gerçekleşmiştir. Oysa bu oran 2009 yılında %69,1’di. Bu veriler ışında görünür olan tablo, AKP hükümetleri döneminde devletin sağlık harcamaları azalırken kişiler tarafından sağlık hizmetleri için yapılmak zorunda kalınan harcamaların arttığı, başka bir ifadeyle sağlık hizmetine ulaşabilmede mali külfetin kişilere yüklendiğidir. Öyle ki, 2019 yılında kişi başına 2 bin 257 TL olan cari sağlık harcamasının bin 729 TL’si bireylerin kendileri tarafından yalnızca 528 TL’si devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bulaşıcı Hastalıklar-Kızamık:

Kızamık, aşıyla korunulabilir hastalıklar arasında yer almasına ve dünya genelinde eradike edilebilmesi için yoğun çaba harcanıyor olmasına rağmen, Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, ülkemizde doğrulanmış (laboratuvar testleri ile kanıtlanmış) kızamık hastası 2016 yılında yalnızca 9 kişiyken, 2017 yılında 84, 2018 yılında 716 ve 2019 yılında da 2 bin 905 kişiye ulaştı (Tablo 2). Söz konusu artış kızamığın ülkemiz ve çocuklarımız için devam eden bir sağlık sorunu olmaya devam ettiğini göstermektedir.

Tablo 2. Yıllara göre doğrulanmış kızamık hasta sayısı ve artışlar

Yıl

Sayı

Artış %

2016

    9

-

2017

   84

833,33

2018

  716

752,38

2019

2 905

305,73

Türkiye’de “sağlık reformu/sağlıkta dönüşüm programı” ile uygulanmaya başlanan aile hekimliği modeli ile birlikte, aşılama vb. koruyucu sağlık hizmetleri, çoğunlukla aile sağlığı merkezleri olmak üzere sağlık kurumlarında verildiğinden, doğrudan kişilerin talebine ve sağlık kuruluşlarına ulaşabilme olanaklarına bağımlı olarak uygulanabilmektedir. COVID-19 pandemisi nedeniyle, işçi ve emekçiler dışındaki yurttaşlarımızın evlerinden çıkmaması teşvik edildiğinden, 2012 yılında seçim bölgelerini iktidarın amaçları doğrultusunda düzenlemek amacıyla “mahalle” olarak kabul edilen köyler/kırsal alan başta olmak üzere, kentlerin çeperlerinde bebeklik ve çocukluk dönemi aşılarına ulaşımın azaldığı gözlenmektedir. Bu durum, kızamık başta olmak üzere, zaten artmakta olan aşıyla korunulabilen hastalıklar konusunda artışlara neden olabilecektir.

Türkiye’de aile hekimliği modeli bölge ve nüfus tabanlı, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetlerini birlikte, kapsamlı bir sağlık ekibi tarafından tümüyle kamusal olarak sunulabilecek biçimde, yaşam ve çalışma alanlarını kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Böyle bir düzenleme hem yaşanmakta olan pandemiyle mücadelede önemli kazanımlar sağlayabilecek hem yeni salgınların ortaya çıkmasına engel olabilecek hem de birinci basamak sağlık hizmetlerinin meslektaşlarımız ve diğer sağlık emekçileri tarafından mesleki doygunlukla sunulabilmesinin de yolunu açacaktır.

Ülkemizde, kronik hastalığı olanlar, kanser hastaları vb. pek çok risk grubundaki kişi gerekli olmasına (endikasyonu bulunmasına) karşın, zamanında grip aşısına ulaşamamıştır. Konuyla ilgili haberlere göre, Sağlık Bakanlığı kendi planlamasını yapıp zamanında aşı siparişi vermediği gibi, aşı firmalarının konuyla ilgili yazılı başvurularını da yanıtlamamıştır. Sağlık Bakanlığı’nı 2021 yılında benzer bir sorun yaşanmaması için şimdiden gerekli hazırlıkları yapmaya ve zamanında uygulamaya davet ediyoruz.

Sars-Cov-2 Virüs Enfeksiyonu ve COVID-19 Pandemisi:

11 Aralık 2019 tarihinde Çin’in Wuhan eyaletinde görülerek tüm dünyaya yayılan Sars-CoV-2 virüs enfeksiyonu kısa sürede Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından küresel alarm verilerek pandemi ilan edilmiştir. COVID-19 pandemisinde bugüne kadar 84 milyon kişi hastalanmış, 1,84 milyon kişi ise ölmüştür. DSÖ’nün kısa sürede pandemi ilan ettiği olağandışı durum karşısında salgının ilk başlarında Avrupa ülkeleri çok olumsuz etkilenmiştir. Virüsün ülkemize daha geç gelmesinin yarattığı iyimser hava, rakamlar üzerinde oynama ve gerçek verilerin toplumla paylaşılmaması ve gerekli önlemlerin zamanında alınmaması ile bir süre sonra iyimser tablo kötü bir tabloya, turkuaz tablo ise kara tabloya dönüşmüştür. Bugüne kadar ülkemizde 2,23 milyon kişi hastalanmış ölüm sayısı 21bin 295’e ulaşmıştır.

Pandemi dünyada neoliberal özelleştirmeci sağlık politikalarının sonucu olarak artmış, birçok ülkede sağlık sistemi iflas etmiş ve koruyucu ve toplumsal sağlık hizmetlerinden uzaklaşma sonucu salgın önlenemez duruma gelmiştir. Pek çok ülkeyi çaresizliğe mahkûm eden bu salgın, kamusal sağlık anlayışının ve kamu sağlık kurumlarının yaşamsal önemini bir kez daha hatırlatmıştır. Epidemiyolojik veriler ışığında belirlenecek bir süre için sosyal ve ekonomik tedbirler ile toplum hareketliğinin kısıtlanması sağlanmamış, aktif sürveyans ve filyasyonun yanı sıra, endikasyonu olan herkese test yapılmamış, hastane tedavisi gerekmeyen hastaların izolasyonunda sorunlar yaşanmıştır.  Sağlık Bakanlığı tarafından şeffaf bir şekilde veri paylaşılmaması pandeminin seyrini kötü etkilemiştir. Sağlık Bakanlığı’nın, Bilim Kurulu yapılanması olumlu karşılanmasına karşın başta Türk Tabipleri Birliği olmak üzere tüm sağlık meslek örgütlerini paydaş yapmaması veya onlarla ve toplumla bilgi paylaşmaması ve şeffaf olunmaması en büyük eksiklik olmuştur. Pandeminin sahada karşılanamaması sonucu 2. ve 3. basamak hastanelere fazla hasta yığılması olmuş, servisler ve yoğun bakımlarda yer bulma sıkıntısı yaşanması üzerine boş alanlar yataklı servis veya yoğun bakamlara döndürülmüştür.

Sağlık çalışanları salgın mücadelesinde özveriyle sürdürdükleri ve sürdürecekleri hizmetlere rağmen ekonomik, sosyal ve özlük hakları açısından mağduriyet yaşamışlardır. Pandemi sürecinde sağlık çalışanları özverili çalışmalarına karşılık salgının başlangıcından itibaren Sağlık Bakanlığı tarafından yeterince korunamama, salgını yönetmedeki başarısızlıklar sonucunda 130 bine yakın sağlık çalışanı hastalanmış ve 320’si vefat etmiştir. Ağır çalışma koşulları hekim ve sağlık çalışanlarında tükenmişlik sendromu yaratmıştır.

Pandemi döneminde şeffaf olmayan Sağlık Bakanlığı’nın, en azından aşı uygulamalarında şeffaf olması gerekliliği hayati önem taşımaktadır. COVID-19 aşısının süreci, influenza aşısındaki gibi kötü yönetilmemelidir. Mevcut iktidarın tamamen işlevsiz hale getirdiği koruyucu sağlık hizmetlerinin temel araçlarından olan aşının, ne kadar sürede, kaç doz, öncelikle kimlere yapılacağı; aşılama ile ilgili programlarının olup olmadığı hızla toplumla paylaşılmalıdır. Aşı uygulaması etik ilkeler ışığında, adil koşullarda, herkese ücretsiz yapılmalıdır.

Bugün yapılması gereken kamusal ve toplumcu bir sağlık sisteminin gerekliliğini akıldan çıkarmadan; işçilerin, işsizlerin, yoksulların yaşamlarının ve sağlıklarının olumsuz etkilenmesini engelleyecek desteklerin sağlanarak en kısa zamanda aşılamanın başlaması ile birlikte toplumsal hareketliliğinin kısıtlanmasının gerekliliğidir.

Sağlıkta Şiddet:

Türk Tabipleri Birliği ve tabip odaları 2007 yılından bu yana sağlıkta şiddetin önlenmesi, sağlık kuruluşlarının çalışma koşullarının güvenli ve sağlıklı hale getirilmesi için yoğun çaba göstermektedir. Bir başvuru üzerine, TBMM Dilekçe Komisyonu’na Sağlık Bakanlığı tarafından 9 Eylül 2019 tarihinde gönderilen “Şiddet Vakaları Raporu” başlığındaki verilere göre, ülke genelinde sağlık emekçilerine yönelik olarak; 2018 yılında 12 bin 179 sözel, 661 fiziksel, 3 bin 1 fiziksel ve sözel olmak üzere toplam 15 bin 841 şiddet vakası yaşanmış, bunlardan yalnızca 11 bin 204 olgu yargıya taşınmıştır.

1 Ocak-31 Temmuz 2019 tarihleri arasında da 8 bin 498 sözel, 211 fiziksel, 2 bin 22 fiziksel ve sözel olmak üzere toplam 10 bin 731 sağlık emekçisine yönelik şiddet vakası gerçekleşmiştir. Aynı tarihler içinde bunlardan sadece 6 bin 726 olgu yargıya taşınmıştır. 2019 verilerine göre ⅓ fiziksel, ⅔ sözel şiddet olmak üzere ortalama günlük 50 şiddet vakası yaşanmaktadır.

Ülkemiz sağlık ortamında şiddet uzun yıllardır toplumsal bir sorun halini almış durumdadır. Sözel hakaret ve tacizin yanı sıra silahla yaralamadan hekim ve sağlık çalışanı ölümlerine varan üzücü tablolar ne yazık ki ülkemiz gündeminden hiç düşmemiştir. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet pandemi döneminde de devam etmiş, sağlık çalışanlarının canla başla çalıştığı bu süreçte “Sağlıkta Şiddet Yasası” TTB’nin önerdiği yasa kısmi farklılıklar ve eksiklikler içerse de mecliste partilerin ortak kararı ile çıkarılmıştır. Yasa, sağlık çalışanlarına yönelik cezaları artırıcı ve caydırıcı içeriği ile önemli bir adım olarak öngörülmesine rağmen bugüne kadar sağlıkta şiddette azalma olmamıştır.  

Şehir Hastaneleri:

AKP hükümetleri ile birlikte; benzer ekonomik kategorideki ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin de emekçi sınıflar, işçiler, köylüler, kendi hesabına çalışanlar vb. için kara deliklerinden önemli bir tanesini de Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) kapsamında yürütülen hizmet sunumu, yatırım, bakım ve onarım vb. faaliyetler için şirket ve/ya da şirketlerle yapılan sözleşmeler oluşturmaktadır. Bilindiği gibi, ister şehir hastanesi, ister köprü, ister hava alanı, isterse otoyol için olsun KÖO kapsamında yapılan sözleşmelerin özü değişmemektedir. Gelinen aşamada, tümünde temel hedefin, kamu kaynaklarının döviz bazında ulus ötesi sermayeye ve bunların taşeronu yerli sermaye gruplarına aktarılması olduğu tüm çıplaklığıyla görünür hale gelmiştir. Söz konusu sözleşmeler, kamuya ait arsaların tahsisinden, inşaat için kredi verilmesine, gelmeyen hasta ve yolcu için ya da geçmeyen araç için şirketlere karşı döviz bazında borçlu olmayı kabul etmeye kadar, birçok uygulamayı barındırmaktadır.

Sağlık Bakanlığı tarafından hizmet sunmakta olan 12 şehir hastanesine, 2020 yılı itibarıyla hizmet alımı, yatırım kullanım (kira) bedeli ve zorunlu hizmetler karşılığı olarak yapılan ödemelerin toplam miktarı 10 milyar 500 milyon TL iken; bu bedel, aynı yıl SB toplam bütçesinin %17,8’ini oluşturmuştur. Bununla birlikte, 2021 yılında şehir hastaneleri için sözleşme yapılmış olan şirketlere 16 milyar 400 milyon TL ödeme yapılması planlanmaktadır ki bu miktar, 2021 yılı SB toplam bütçesinin %21,1’ini oluşturmaktadır.

Yatak sayıları ve hizmet üretim düzenlemesi yönünden dünyadaki yaygın bilimsel hastanecilik yaklaşımının nerdeyse tümüyle karşıtı olarak yapılanmış olan şehir hastaneleri, bir yandan ülke ekonomisi için diğer KÖO’larla birlikte “kara delik” olmaya devam ederken; diğer yandan ulaşım sorunları nedeniyle yurttaşlarımız, çalışma koşullarının uygunsuzluğu nedeniyle de sağlık emekçileri için sorun kaynağı olmaya devam devam ediyor.

2020 yılında Sayıştay’ın Sağlık Bakanlığı Denetim Raporu’nda açılan ve yapımı devam etmekte olan şehir hastaneleri hakkında birçok usulsüzlük tespit edilmiştir. “Denetim Görüşüne Esas Tespitler” başlığı altında, şehir hastanelerinin muhasebe işlemlerindeki mevzuata aykırılıklar ve “Denetim Görüşünü Etkilemeyen Tespit ve Değerlendirmeler” başlığı altında şehir hastanelerinin ihtiyaç planlamalarının rasyonel yapılmadığı, şirketlerin sözleşmede belirlenen tıbbi cihazları temin etmediği, binaların belirlenen projedeki niteliklere uygun yapmamasına rağmen kabul komisyonlarının gereğini yapmadığı, sözleşmede belirlenen cezai hükümlerin caydırıcı olmadığı, ceza puanlarının kaydedileceği sisteminde şirkete devredildiği ve ceza puanlarının silindiği, ve kamu yararına aykırı olduğu değerlendirilmiştir.

Çalışma Koşulları, Özlük Hakları ve COVID-19 Meslek Hastalığı:

AKP hükümetleri döneminde, hekim özlük haklarında önemli kayıplar yaşanmıştır. Bugün, kamudakiler de dahil olmak üzere hekimler; iş, gelir, gelecek güvencesinden yoksun hale getirilmişlerdir. 15 Temmuz sürecinden bu yana KHK ile işlerine son verilen hekim sayısı 3 binin üzerindedir. Güvenlik soruşturması bahanesiyle işlerine başlatılmayan yüzlerce genç tıp hekimi bulunmaktadır.

Uygulanan performansa dayalı ücretlendirme; bir yandan hekimler arasındaki ücret dengesizliğini artırırken, bundan daha da önemlisi, gün geçtikçe hekimlerin mesleklerine yabancılaşmasına sebep olmuştur. Özellikle şehir hastanelerinden yüzlerce hekim, bu nedenle ya istifa etmiş ya da emekliye ayrılmıştır. Ayrıca, performans uygulaması hekimlik değerlerinde aşınmaya neden olmuştur. Tüm bu olumsuzluklar; sadece hekimleri ilgilendirmemekte, toplumun sağlık ve yaşam hakkını da olumsuz olarak etkilemektedir. Sağlık kuruluşlarında hekimlerin ve diğer sağlık emekçilerinin yönetime katılımlarını sağlayacak herhangi bir yapılanma da mekanizma da bulunmamakta, yönetimde liyakatin yerini siyasal kadrolaşma almış durumdadır.

2020 yılı aralık ayı itibarıyla kamuda çalışan hekimlerin maaş ve sabit ödemelerinin toplamı; 1. derece 4. kademedeki uzman hekim için 8 bin 675 TL (1135 dolar), 8. derece 3. kademedeki pratisyen hekim için 6 bin 626 TL (871 dolar), toplum sağlığı merkezinde çalışan 1. derece 4. kademedeki pratisyen hekim için 7 bin 400 TL (973 dolar), A sınıfı 4 bin kişilik nüfusa hizmet veren aile hekimliği yapan pratisyen hekim için 10 bin 350 lira (1551 dolar ), 4924 sayılı kanuna göre çalışan uzman hekim için 12 bin 550 TL (1881 dolar), 4924 sayılı kanuna göre çalışan pratisyen hekim için 7 bin 396 TL (1108 dolar) kadardır. Görüldüğü gibi kamuda görev yapan hekimlerin ücret farklılıkları çok belirgindir. Aynı işi yapan hekimler arasında ücret dengesizliği giderek artmaktadır. Diğer bir gerçeklik de hekim ücretlerinin geçmiş yıllara göre hızla değer kaybettiği ve hekim emek sömürüsünün katlanılmaz noktaya geldiğidir. Emekli Sandığı’ndan 30 yıl çalışıp emekli olan hekimin 2020 yılı aralık ayı itibarıyla maaşı yalnızca 5 bin 860 TL’dir (876 dolar).

Özelde; ücretlendirme politikaları inanılmaz ölçüde vahşileşmiştir. Hekimler, özelde, giderek yoğun çalışmayla birlikte her geçen gün artan emek sömürüsüyle karşılaşmaktadırlar. Ciroya yönelik ücretlendirme, her geçen gün hekimler aleyhine değişmektedir. Bazı özel hastaneler de genel olarak başvuru sayısının azaldığı ve benzeri gerekçelerle, hekim ve sağlık çalışanlarını işten çıkartarak, ayrı bir mağduriyet yaratmışlardır.

Sağlıkta performans sistemi hekimliğin ve sağlığın ruhuna aykırıdır. Sağlıkta performans sistemi en kısa zamanda kaldırılmalıdır. Medya üzerinden dile getirilen ek ödeme miktarları ise ne yazık ki gerçeği yansıtmamakta, sınırlı ödemelerin hiçbiri emekliliğe katkı sunmamaktadır. Hekim ve sağlık çalışanlarının emeği ve alın terinin karşılığı olan, emekliliğe yansıyacak yeni bir maaş ve ödeme sistemine geçilmelidir. Herkese hak ettikleri yıpranma payları verilmelidir.

Pandemi döneminde, hekimler ve sağlık çalışanları giderek daha zor koşullarda sağlık hizmeti sunmak zorunda kalmışlardır. COVID-19 pandemisi süresince hekimler ve tüm sağlık çalışanları; fiziksel, psikolojik ve mesleki olarak en zor süreci yaşamış; sonuç olarak en fazla hastalanan ve vefat eden meslek grubu olmuştur. Sağlık Bakanlığı tarafından pandemi sürecinde hazırlanan ek ödemeler adaletli ve eşitlik ilkesine göre yapılmadığı gibi birçok sağlık kurumunda çok komik düzeyde ek ödemeler yatırılmıştır. Bir taraftan fiziksel, psikolojik ve mesleki yıkıma uğrayan hekim ve sağlık çalışanları ek ödemelerin ödenmemesi sonucu ekonomik olarak da tükenmişlik sınırına itilmiştir.

Başladığı ilk günden itibaren COVID-19 salgınının ilk karşılayıcıları, doğaldır ki tüm dünyada olduğu gibi sağlık çalışanlarıdır. Bu nedenledir ki birçok ülkede sağlık çalışanlarının toplumun diğer kesimlerine göre 4-5 kat daha fazla COVID-19 ile hastalandığı, hatta ülkemizde olduğu gibi bazı ülkelerde de 10 kattan fazla hastalanma riski taşıdıkları saptanmıştır. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı veriler ve TTB olarak ulaştığımız bilgiler baz alındığında; Türkiye’de 150.000’den fazla sağlık çalışanının hastalıktan etkilendiği, şimdilik 380 sağlık çalışanının yaşamını kaybettiği bilinmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve birçok uluslararası örgüt, COVID-19 hastalığının meslek hastalığı olarak kabul edilmesi yönünde açıklama yapmıştır. Sağlık çalışanı olan ya da sağlık hizmetlerinde çalışanların COVID-19 tanısı almaları durumunda, hastalığın yapılan işle yakın bağı gözetilerek meslek hastalığı bildirimi yapılması ve COVID-19 hastalığının illiyet bağı aranmaksızın meslek hastalığı kabul edilmesi yönündeki çalışmalarımız sürmektedir. Yasal düzenlemelerle, COVID-19’a yakalanmış olan sağlık çalışanları doğrudan meslek hastalığına yakalanmış sayılmalıdırlar.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi