ÖLÜM ORUCU VE HEKİMLİK

 
            Hekimlik mesleği insan yaşamını kutsal ve değerli kabul eden, “yaşatma” üzerine kurulu bir etkinliktir. İnsan toplumlarının sergilediği çok farklı görünümler dikkate alındığında, hekimleri son derece ilginç ve bir o kadar da zor kararları vermeye iten durumların yaşanabildiği açıktır. Tıp uygulaması, bu konudaki pek çok somut örneğin hergün yaşandığı; hekimin sık bir biçimde yaşamla ölüm arasındaki sınırda karar vermek durumunda kaldığı, sözü edilen karar verme sürecinde kökü çok eskilere dayanan bir tıp geleneği ile günümüz koşullarının yer yer çatıştığı; son çözümlemede mesleğinin geleneksel birikimi ile kendi kişisel yargısının ortak ürünü olacak bir çözüme ulaşmak zorunda kaldığı bir uygulamadır. Bir mesleki uygulamayı biçimlendiren dış etkenler ne olursa olsun, o mesleğin özünde bulunan ve meslek kimliğinin onlarsız olamadığı, bir takım temel öğeler bulunmaktadır. Hekimlik için bu özü; insan sevgisi, dürüstlük, insani değerlere saygı gibi evrensel değerler doldurmaktadır. Tarih sahnesine çıkışındaki öncelik sırası ve mesleğin doğası, tıp uygulayıcılarını böylesine kristalize olmuş değerlerle kuşatmış, belki de bu nedenle, evrensel insani öğeler sadece hekimlik mesleğinde bu kadar ön planda yer almıştır. Hekimlerle hizmet vereceği toplum arasındaki sözleşmenin dile getirildiği metinler olarak karşımıza çıkan hekim andları da, bu değerlerin yer aldıkları özet metinlerdir. Gerek hekim-hasta ilişkisinin, gerekse genel olarak tıbba duyulan toplumsal güvenin temel dayanaklarından birisi, hekimin ve tıbbın hastanın iyiliği için hareket etmek amacından asla vazgeçemez bir yapıda olduğudur. Günümüzde, artık tıp uygulamasında hasta hakları kendisinden sıkça söz edilir bir olgu halini almıştır. Bir başka deyişle tıp “hastaya rağmen” değil, ancak “hastayla birlikte ve hasta için” uygulanabilir bir etkinliktir. Bu etkinlik, hastaya hastalığı konusunda, aydınlanmasını sağlayıcı bilgi vermeye ve onu da karara ortak ederek sorumluluğu paylaşmaya yönelmiştir. Tıp etiğinin ana ilkelerden birisi “hasta özerkliği” ve bu özerkliğin hayata geçirilmesidir.

            Zaman içinde hekim andlarının içerikleri de değişmektedir. Örneğin, yasal düzenlemeler dikkate alınarak küretaj yaptırmamaya ilişkin yasaklar metinden çıkarılmış, eski Yunan tanrılarını tanık tutarak yapılan and içme törenleri, laik bir yapı kazanarak hekimin “kutsal saydığı inançları üstüne” yapılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda hedeflenen, hangi unsurların hekim andlarında yer alacağı değil; “arkaik” bir metin yerine çağdaş, olabildiğince hümanist-evrensel yaklaşıma yer verilen bir metin oluşturmaktır. Günümüzde ant metinlerinin çağdaş niteliklerini ön plana çıkarmaya çalışılması, aynı zamanda onları işlevsel kılmaya yönelik bir çaba olarak da görülmelidir.

            Zaten hekimi ve genel olarak tıp kurumunu da güvenilir kılan özelliklerden birisi, tarafsız olunması ve bu güvencenin topluma verilmesi değil midir? Kuşkusuz, ant metinlerinin değişmeyen ana özelliklerinden birisi “hekimin tarafsızlığı” ana fikri değil midir?

Tarihte zaman zaman hekimliğin ve tıbbın otoritesi kötüye kullanılmıştır. Uygulamada hekimlerin hastaları hakkında kendi bilgi ve donanımları doğrultusunda en iyi bildikleri yaklaşımı sergiledikleri gerçektir. Paternalist hekimlik olarak tanımlanan ve çoğunlukla hasta onayını aramadan yapılan bu uygulama tarzı ile, yapılacak her girişimde hasta onayını arayan, hastanın özerkliğine saygılı hekimlik tavrı arasında kalan hekimlerin sıkıntılar yaşadıkları açıktır. Bu nedenle “zor kullanarak müdahale”, “zorla hastaneye yatırma” gibi uygulamalar, “kişi özerkliği” ve “kişi bütünlüğü” kavramları açısından tartışmalı olan konulardır. Hekimin her tür tıbbi girişimini kabul edilebilir kılan, hastanın buna bir biçimde rıza göstermiş olmasıdır. Bu bağlamda, rızanın bulunmadığı ve bunun açıkça dile getirildiği durumlarda, hekimin yapabilecekleri son derece sınırlı kalmak zorundadır.

            Ülkemizde yaşanan açlık grevleri-ölüm oruçlarında hekimler mesleklerini tarafsız olmanın gerektirdiği bir biçimde ve insan yaşamını en öncelikli yere koyarak gerçekleştirmelidirler. Hekimden, devlet gücünü kullanarak “icracı” olması, zorla müdahale etmesi beklenmemelidir. Bu bağlamda, yürütülen bir eylemi durdurmak için hekime biçilmek istenen rolü kabul etmek olanaklı olamayacağı gibi, böyle bir yardımda bulunmayı reddeden hekim için “destekçilik”, “işbirlikçilik” gibi bir nitelendirme yapmak da doğru olmayacaktır. Hekimin haksız bir biçimde zedelendiği ve suçlandığı böyle bir süreçte, aynı zamanda bir meslek kimliği krizi yaratılacağı da açıktır.

            Hekimlerin de diğer meslek alanlarında olduğu gibi, toplumun içinde yaşayan insanlar olarak toplumun sorunlarına karşı duyarlı olmaları doğaldır. Burası iki tür kimliğin içiçe girdiği ve zaman zaman birbirine karışabildiği yerdir. Bu kimlikler kişinin “hekim” kimliği ile, kişinin toplumun bireyi olarak “vatandaş” kimliğidir. “Hekim” kimliği, insan yaşamını merkeze alarak hastanın kararına saygı duymayı gerektirirken, “vatandaş” kimliği politik tercihler yapabilen, örneğin bir protestoyu destekleyebilen ya da desteklemeyen tutum ve davranışlar için uygun bir kimliktir. Ancak sorun, hekim olan kişi ile vatandaş olan kişinin aynı kişi olmasıdır. Hekim, bu iki farklı kimliğin ayırdına varmak ve böyle bir bilince sahip olmak zorundadır. Bu, hekim olan kişinin toplum sorunlarıyla ilgilenmemesi anlamına gelmez. Bunun anlamı, kişinin hekim olarak işbaşındayken, toplum sorunlarıyla ilgili politik tercihlerini işine karıştırmaması, buna izin vermemesidir.

            Ölüm orucu ve benzeri durumlarla ilgili olarak verilen karardan dönebilme veya bu kararı yeniden gözden geçirebilme şansını (fırsatını) bireye tanıyabilmek amacıyla, geriye dönüşsüz tıbbi tablonun ortaya çıkmasını önlemeye yönelik ikna edici girişimlerde bulunulması; karar verme yeterliliğinin kaybolduğu durumlarda ise, hekimliğin geliştirdiği yaşamı sürdürme refleksinin ön plana çıkarılması ve bu durumlarda yapılanlardan ötürü hekimin etik açıdan kınanmaması gerekir.