İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu ağır yıkım ve tahribatın ardından, benzeri acıların bir daha asla yaşanmadığı ve barışın egemen olduğu bir uluslararası düzen kurmak amacıyla daha savaş sürerken başlayan tartışmalar savaşın hemen akabinde sonuç vermiş, Birleşmiş Milletler’in kuruluşu sonrasında 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” yayınlanmıştır. Bu tarihten sonra 10 Aralık günü dünya genelinde insan hakları savunucuları tarafından beyannamede yer alan temel haklara vurgu yapılan, devletler başta olmak üzere her türlü otoriter gücün bu hakların kullanımı ve korunması konusunda uyarıldığı, ihlallere dikkat çekilerek sorumluların cezalandırılmasının talep edildiği bir gün olarak anılmaktadır.

Aradan geçen uzun yıllara rağmen Evrensel Beyanname’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen ne yazık ki hâlâ kurulamamıştır. İnsanların ırkından, renginden, cinsiyetinden, cinsel yöneliminden, dilinden, din ve mezhebinden, inancından, etnik kimliğinden, siyasi-vicdani ve felsefi kanaatinden bağımsız olarak, insan olmaktan gelen hakları ve dokunulmazlıkları olduğu temel fikri dünya çapında yeterli kabul görmemiştir.  Maalesef günümüzde Birleşmiş Milletler örgütü de hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara yönelik olmak üzere her türlü ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olmamakta, hakları güvenliğe feda eden yaklaşımın güçlenmesine örtük bir destek sunmaktadır. Aradan geçen 72 yıllık zaman içerisinde insan haklarındaki aşınma ile insan haklarının araçsallaştığı, var olan ekonomik krizin COVID-19 pandemisi ile derinleştirdiği, silahlı çatışma ve savaş ortamlarının insan haklarını tehdit ettiği bir dönemi yaşıyoruz.

Dünyada ve Ortadoğu coğrafyasında savaşlar, ölümler yaşanmakta; insan hakları ihlalleri en ağır hali ile devam etmektedir. Türkiye'de de durum farklı değildir. İnsan hakları ve özgürlükler, gittikçe artan bir şekilde ihlal edilmektedir. Temel sorunları çözmekten uzaklaşılmakta, Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorunu giderek büyümektedir.

Bugün, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, dünya genelinde (9 Aralık itibariyle) resmi açıklamalara göre 1 milyon 481 bin 869, Türkiye’de ise 15 bin 314 insanın öldüğü COVID-19 salgını gölgesi altında anılıyor. Bu anma 72 yıl sonra bile en temel hakların dahi çiğnendiği bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor. Gerçekliğin bir kısmını ifade ettiğini bildiğimiz resmi verileri göz önüne aldığımızda bile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve yeniden, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan ve 50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan İspanyol Gribi gibi küresel bir felaketle karşı karşıya kaldığımız görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı elbette insan eliyle yaratılmış bir felaketti. Ancak COVID-19 pandemisi her ne kadar viral bir salgın olarak başlamışsa da ortaya çıkartan koşullar ve sonraki süreçler değerlendirildiğinde ekolojik kriz ile birlikte ortaya çıkan ve ekonomik kriz nedeniyle ağır sonuçlara neden olan, insan eliyle oluşturulan bir felaket olarak değerlendirilmeli ve bu çerçevede bir tutum almanın zorunlu olduğu görülmelidir.

Sağlığı alınıp satılan bir meta kabul eden ve onu serbest piyasa kurallarına terk eden kapitalist sağlık anlayışıyla, pandemiye karşı mücadele etmek, yaşanılan bir yıllık süreçte deneyimlendiği gibi imkansızdır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin asgariye indirildiği, sağlığın piyasa kurallarına kurban edildiği bir dünyada COVID-19 etkeni virüs insanların hayatını kabusa çevirmeyi başarmıştır. Bir yandan da otoriter yönetimlerin antidemokratik baskılarını artırmak ve meşrulaştırmak için COVID-19 salgınını bir fırsat olarak değerlendirdikleri görülmektedir. Bunun en büyük göstergesi İç İşleri Bakanlığı genelgeleriyle yönetilen ve salgın adı altında uygulanan yasakların bilimsellikten uzak mantığı ve pratik uygulamalarıdır.  

Salgını önleme adı altında uygulanan yasaklar otoriter yönetimlerin tercihine göre değişmektedir. Ülkemizde iktidar muhalefet ve demokratik kitle örgütlerinin her türlü etkinliği salgın gerekçesiyle yasaklanırken, iktidara yakın kuruluşların etkinlikleri fiziksel mesafe kuralları gözetilmeden gerçekleşmektedir. Hükümetin kendi etkinliklerinde kurala uyulmadığını gösteren onlarca etkinlik kamuoyunca bilinmektedir. Bu da toplumsal bulaşın artmasına, salgının daha çok yayılmasına yol açmıştır. Türkiye’de resmi olarak ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 tarihi sonrasında Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yürütülen yasaklar pandemiyle ilgili olmaktan çok hükümetin çıkarlarına göre şekillenmiştir. AVM’lerin erken açılışı, işyerlerinin açık oluşu, iktidar partisinin kongreleri ve mitingleri, turizm sezonunda kaldırılan yasaklar, Ayasofya açılışı gibi onlarca etkinlik, düğün ve dini etkinliklerin sınırlı yapılması da bunlara örnektir. Kamuoyu her gün bu tarz salgını hiçe sayan etkinliklere tanık olmaktadır.

Pandemide epidemiyolojik bilimsel kuralları esas alan uygulamalar yerine yasakçı anlayış devreye konulmuştur. Polisiye tedbirlerle, ceza kesme uygulamalarıyla, bireyler haklarından yoksun bırakılmaktadır. Muhalefetin pandemi kurallarına uygun eylemleri dahi, kolluk güçleri tarafından pandemi kuralları hiçe sayılarak engellenmekte, işkenceye varan ciddi hak ihlallerine sahne olmaktadır.

İktidar cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülere karşı otoriter uygulamalar için de pandemiyi fırsata çevirmiştir. Sağlık nedenleriyle hastaneye giden ve dönen tutuklu-hükümlüler karantina uygulaması bahanesiyle tecride tabi tutulmaktadırlar. Dünya genelinde cezaevleri pandemi koşullarında boşaltılırken Türkiye’de tutuklu sayısı pandemi dönemindeki anti-demokratik uygulamalarla daha da artmıştır. Hükümet sadece mafya suçlarından cezaevlerinde tutuklu olanları salıvermiş ancak ifade özgürlüğünü hiçe sayarak muhalifleri pandemiye rağmen cezaevinde tutmuştur.

Hükümet pandemi ile ilgili yurttaşların en temel insan hakkı olan bilgilenme hakkını da ihlal etmiştir. Uzun zaman pandemiyle ilgili veriler saklanmış, bilim dışı bir hasta-vaka ayrımı yapılmış, pandemiyle mücadelede gerçek dışı bir başarı hikâyesi defalarca dillendirilmiştir. Yaratılan başarı algısı toplumda rehavete yol açarak salgının yayılmasında bir etken olmuştur.  Ancak mızrak çuvala sığmamış gerçekler ortaya çıkınca insanların en temel haklarından biri olan doğru bilgilenme hakkının ihlal edildiği görülmüştür.

Salgın döneminde, sağlık çalışanları da en fazla etkilenen kesim olmuştur. Sağlık çalışanlarını pandemiye karşı korumaya çalışan, toplumu bilgilendirme çabası içinde olan Türk Tabipleri Birliği bu dönemde iktidar tarafından kriminalize edilmiştir. TTB gibi pandemiye karşı hükümetin salgının daha çok artmasına neden olan yanlış uygulamalarını teşhir eden tüm örgütler, hükümet tarafından hedef tahtasına koyulmuştur. Bu nedenle COVID-19 salgını bir salgın olmaktan çıkmış her gün önlenebilir yüzlerce ölümün kanıksatılmaya çalışıldığı yanlış pandemi yönetim anlayışı nedeniyle insan eliyle oluşturulan bir felakete evrilmiştir.

İnsan eliyle oluşturulan bir felaket sonrası ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bu dönem daha da bir anlam kazanmaktadır. Bu bağlamda 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde temel insan haklarını bir kez daha hatırlatarak, pandemi mücadelesinin de bu kapsamda yürütülmesinin gereğini hükümete hatırlatıyor, yaşama adanmış bir mesleğin mensupları, hekimler olarak, yaşanan her türlü insan hakkı ihlalinin karşısında olduğumuzu bildiriyor, insan hakları ihlallerinin son bulduğu, insan haklarına dayalı ortak yaşam koşullarının oluşmasına dair çabamızı ve ısrarımızı yineliyoruz.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi

Türk Tabipleri Birliği İnsan Hakları Kolu