COVID-19 araştırmalarında “izin” değil, bilimsel yöntem ve etik ilkeler esas olmalıdır. “Türkiye’nin ilk korona raporu” denilen temelsiz iddialara değil, ülkemizin bilimsel birikimine yakışan yayınlara ihtiyacımız var!
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi, “Türkiye’nin ilk korona raporu” olarak önemli bir tıp dergisinin ön baskısında yayınlandığı duyurulan ancak sonradan “henüz taslak aşamasında olduğu gerekçesiyle” yayından geri çekildiği açıklanan çalışmanın, bilimsel yönden ciddi eksiklikleri olduğunu bildirdi. TTB Merkez Konseyi’nin konuyla ilgili açıklamasında bu tür girişimlerin uluslararası bilim çevrelerinde Türkiye’nin bilimsel araştırma ortamının saygınlığını olumsuz etkileyeceğine dikkat çekildi.
Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 ile ilgili yapılacak bütün araştırmaları izne tabi tuttuğunun da hatırlatıldığı açıklamada, izin sürecinin Türkiye’de COVID-19 araştırmalarının yeterince yaygın olarak yapılmasını engelleme, en azından yavaşlatma potansiyeline sahip olduğu belirtildi. Açıklamada, “Sağlık Bakanlığı’nı bu somut tehlikenin farkına vararak, hem ülkemizdeki bilimsel araştırmaları engelleyici/yavaşlatıcı girişimlerinden vazgeçmeye, hem de bütün ülke verilerinin bilimsel araştırma amacıyla toplandığı bu ölçekteki çok merkezli projeleri planlarken bilimsellik ve liyakat esasına göre davranmaya davet ediyoruz” denildi.
Açıklamanın tam metni şöyle:
COVID-19 Araştırmalarında “İzin” Değil, Bilimsel Yöntem ve Etik İlkeler Esas Olmalıdır.
“Türkiye’nin İlk Korona Raporu” Denilen Temelsiz İddialara Değil, Ülkemizin Bilimsel Birikimine Yakışan Yayınlara İhtiyacımız Var!
19 Mayıs günü ulusal basında yer alan bir haberde Türkiye’nin ilk korona raporunun önemli bir tıp dergisinin ön baskısında yayınlandığı haberi yer aldı. Haberde Koronavirüs Bilim Kurulu’nun bir üyesinin başkanlığındaki bir ekip tarafından yürütülen araştırmanın “The New England Journal of Medicine” dergisinin ön baskısında yayınlandığı duyuruldu.Türkiye’deki salgına ilişkin yurtdışında yayınlanan ilk bilimsel makale niteliğini taşıdığı ifade edilen bu araştırmanın, daha da genişletilerek asıl baskıya verilmesi için yeni kurulan Bilimsel Araştırmalar Komisyonu’nun gözetimine verildiği belirtildi.
Aynı gün anılan makalenin sorumlu araştırmacısı olan Bilim Kurulu üyesi kişisel twitter hesabından, çalışmanın yapıldığını doğruladı, ancak makale haline gelmediğini ve dergide yayınlanmadığını açıkladı. Ayrıca makalenin sadece bir taslak olduğunu, yayın için değerlendirme aşamasında iken Sağlık Bakanlığı’ndan aldığı “çalışmanın Bakanlık verileriyle birleştirilerek daha geniş hasta verileriyle yayınlanması önerisi”ni kabul edip yayını geri çektiğini açıkladı.
NEJM’e gönderilen makale bilimsel metodoloji ve yazım kuralları açısından ciddi eksiklik ve yanlışlar içermektedir.
Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 araştırmaları için koordinatör olarak belirlediği Bir Bilim Kurulu üyesinin liderliğindeki bir araştırma projesinin ön sonuçlarını içeren bu çalışma 125 kurumda 175 araştırmacıyla yapılmış olup 1014 hastanın verilerini konu almaktadır.
Bilimsel araştırma yazılarının giriş bölümleri o çalışmanın amacını, o alanda henüz ortaya konulmamış hangi boşlukları dolduracağı ve hipotezini açıklamaya ayrılır. Oysa bu makalenin giriş bölümünde belirli bir hipotez bulunmamaktadır. Öte yandan bu makalenin girişinde çalışmanın tarafsız ve bağımsız niteliğine soru işareti düşürecek ifadeler vardır: Giriş bölümünün neredeyse yarısı Sağlık Bakanlığı’nın pandemi sürecindeki faaliyetlerine atıf yapmaktadır.
Çok merkezli ve oldukça yüksek bir hasta sayısıyla yapılmış bir çalışmanın yöntem bölümünün oldukça ayrıntılı ve uzun olması, çalışmada kullanılan bilimsel metodolojiyi, araştırılan parametreleri tam olarak ifade etmesi beklenir. Bu makale bu özelliklerden yoksundur.
Çalışmaya dahil edilen merkezlerin Türkiye’yi temsil etme açısından nasıl bir seçim ölçütüne tabi tutulduğu açıklanmamaktadır.
Hastaların hafif, ağır ve kritik olarak üç grupta ele alındığı belirtilmekte ancak bu grupların nasıl ayrıldığı tanımlanmamaktadır. Ağır hastalığın kriterlerinden birinin radyografi veya bilgisayarlı tomografide yaygın pnömoni olduğu yazılmakta ancak bu yaygınlığın ölçüsünün ne olduğu ve nasıl belirlendiği gibi önemli bilgilere yer verilmemektedir. Ağır olguların tanımında sadece radyolojik bulgulara dayanılması ayrı bir eksikliktir.
Makalenin sonuçlar bölümü bu çapta bir çalışma için beklenen ayrıntı ve açıklıktan yoksundur. Bu bölümde, çalışmada en sık kullanılan tanı aracı olan PCR ile tanı oranının %98.9 olduğu ifadesi yer almaktadır (“The rate of diagnosis with RT-PCR was 98.9%, which was the most commonly used diagnostic tool”). Bu cümle yanıltıcıdır, doğru ifade bu çalışmada hastaların %98.9’unda tanının PCR ile koyulduğu olmalıdır, ama uygun kurulmamış bu cümleden sanki PCR’ın başarısı %98.9’muş gibi bir izlenim elde etmek dahi mümkündür.
Radyolojik bulguların yer aldığı bölümde ve tablolarda vahim hatalar bulunmaktadır. Bilgisayarlı tomografi bulgularının sıklığı literatürde şimdiye kadar tanımlananlarla uyuşmamaktadır. Örneğin hastaların %17.2’sinde yaygın infiltrasyon saptandığı belirtilmektedir; BT’de kullanılması önerilmeyen bu terimle neyin kast edildiği belirsizdir. Aynı belirsizlik interstisyel infiltrasyon terimi için de geçerlidir. Damarsal genişleme sıklığı %2.9 olarak bildirilmiştir, oysa bu başka çalışmalarda %80’in üzerine çıkan oranlarda bildirilmektedir. Benzer tutarsızlıklar radyolojik bulguların dağılımı için de söz konusudur. Çok dikkat çekici bir örnek hastaların %45.2’sinde sağ alt lob tutulmuşken, sadece %0.2’sinde sol alt lobun ve her iki alt lobun tutulduğudur. Bu hem literatür bilgilerine oldukça aykırı, hem de rasyonel olmadığı ilk bakışta belli olacak kadar açık bir veridir.
Radyolojik bulgulardaki bu tutarsızlıkların olası nedenlerinden biri yüzden fazla yazar arasında sadece bir radyoloğun yer almasıdır; diğer kurumları temsil eden, bu kurumlarda radyolojik bulguları yorumlayan radyoloji uzmanlarının olmaması anlaşıldığı kadarıyla etik bir eksiklik olmanın ötesine de geçmiş, bulguların güvenilirliği üzerinde ciddi şaibe uyandıracak sonuçlara yol açmıştır.
Hastaların ayakta tedavi ve yatarak tedavi seçim kriterleri açık değildir.
Olgu tanımlarıyla yoğun bakım gerektiren hasta sayıları uyuşmamaktadır. Kritik hastalar yoğun bakım tedavisi gerektirenler olarak tanımlanmış ve bunların oranı %5.7 olarak belirtilmiştir. Oysa, aynı tabloda yoğun bakımda takip edilen hasta sayısı %11.1’dir.
Oksijen satürasyonu 100 üzerinden hesaplanır ve doğal olarak 100’ün üzerinde olamaz. Oysa tabloda ölen grupta bile ortalama oksijen satürasyonu 105 (!) olarak verilmiştir.
Tartışma bölümünde; sonuçlar bölümünde zaten değinilen bir çok bilgi neredeyse aynı sözcüklerle tekrarlanmıştır. İyi makalelerde yazıyı gereksiz olarak uzatan ve okumayı güçleştiren bu tekrarlardan kaçınılır.
Yine, tartışma bölümünde araştırılan konularla doğrudan ilgisi olmayan bilgilere yer verilerek yazı amaca hizmet etmeyecek biçimde uzatılmıştır. Örneğin virüsün infektivitesi (ki bu çalışmanın doğrudan konusu değildir), hastalığın Çin’den çıktığı, damlacıkla yayıldığı, anneden çocuğa geçmediği gibi genel bilgiler bu makale için yersizdir.
Kritik grupta mortalite %48.3 bulunmuştur. Çin’de yapılan geniş ölçekteki bir çalışmada da kritik grupta mortalite oranı %50’dir. Dolayısıyla, aslında başka çalışmalarla belirgin bir mortalite farkı olmadığı ortaya konmuştur.
Mortalitenin daha yüksek bulunduğu başka yayınlara da atıf yapılmış, ama o yayınlardaki hastaların ağır-kritik hasta oranı, yaş ortalaması, ko-morbiditesi gibi karşılaştırmayı mümkün ve anlamlı kılacak bilgilere yer verilmemiştir.
Genel mortalite oranı olan %3.8, benzer yaş dağılımına ve ko-morbidite oranına sahip olduğu belirtilen geniş ölçekli bir başka ülkedeki çalışmanın %3.2 mortalite oranına göre düşük değil, hatta bir miktar yüksektir.
Bu çalışmada yaşın mortalite üzerinde etkili olduğu gösterilmemiştir. Yazarlar bunu Türk popülasyonunun genç olmasına, 65 yaş üstü yurttaşların sokağa çıkmasının erken dönemde kısıtlanmasına bağlamaktadırlar. Bu önlemlerin genel olarak mortaliteyi düşürmesi gerçekten beklenebilir ama buna rağmen yaş ile mortalite arasında bir ilişki olmadığını izah etmekten uzaktır.
Yazarlar hidroksiklorokinin erken dönemde kullanılmaya başlanmasının, pnömonili her hastaya favipiravir verilmesinin, yüksek akımda oksijen tedavisinin, noninvazif mekanik ventilasyonun ve yüzüstü yatış pozisyonununun, antikoagülan tedavinin hastalık progresyonunu önlediğine inandıklarını ifade etmektedir. Bu tedavilerin etkili olması mümkündür ancak çalışma bu tedavilerin etkinliğini ölçmeyi hedeflememiştir; dolayısıyla bu ifadeler bizlerin de paylaştığı temenniler olmaktan ileri gidemeyen spekülasyonlardır.
Bu yayın teşebbüsü Türkiye’deki bilim ortamı açısından utandırıcıdır. Uluslararası yayın çevrelerinin ülkemizdeki araştırmacılara karşı haksız ön yargılar geliştirmesine yol açma potansiyeli taşımaktadır.
Bilindiği üzere ülkemizde COVID-19 araştırmaları için Sağlık Bakanlığı’ndan izin alınması öngörülmüştür. Bilimsel araştırma özgürlüğü ile bağdaşmayan ve bu konudaki uluslararası düzenlemelere, Anayasal ve yasal haklara aykırı olan bu düzenlemeye meslek örgütümüz tepki göstermişti (ilgili haber için tıklayınız).
Öte yandan, bu makalenin sorumlu araştırıcısı olan kişi Sağlık Bakanlığı tarafından COVID-19 kapsamındaki araştırmaları yürütmek üzere Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bir projenin yürütücüsüdür. Türkiye’de COVID-19 hastalığı ile ilgili araştırma yapmak isteyenler izin için başvurduklarında kendilerine, “büyük veri”nin toplanacağı ifade edilen çok merkezli bu çalışmaya katılmayı kabul edip etmedikleri sorulmaktadır.
Bu izin süreci, ülkemizde COVID-19 araştırmalarının yeterince yaygın olarak yapılmasını engelleme, en azından yavaşlatma potansiyeline sahiptir. Başvurularda katılma tercihinin sorulduğu çok merkezli araştırmanın yürütücüsü olan kişinin bu araştırmanın ilk sonuçlarını yayınlama teşebbüsü, yukarıda açıklanan yetersizlikleri nedeniyle, ülkemizdeki bilimsel araştırma ortamının saygınlığını uluslararası bilim çevrelerinde olumsuz etkilemiştir. Bu tür girişimler bilim dünyasının ülkemizdeki araştırmalara karşı olumsuz duygularını ve ön yargılarını pekiştirebilir.
Bunun sıradan bir makale olmadığı, bir Bilim Kurulu üyesi tarafından yürütülen bir araştırmanın sonuçlarına ilişkin olduğu için ülkemizdeki bilimsel ortamı temsil etme iddiasını doğal olarak taşıdığı, bu nedenle yazarların sorumluluğunun yüksek olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Sağlık Bakanlığı’nı bu somut tehlikenin farkına vararak, hem ülkemizdeki bilimsel araştırmaları engelleyici/yavaşlatıcı girişimlerinden vazgeçmeye, hem de bütün ülke verilerinin bilimsel araştırma amacıyla toplandığı bu ölçekteki çok merkezli projeleri planlarken bilimsellik ve liyakat esasına göre davranmaya davet ediyoruz.
Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi