. |
 


|
|
TARTIŞMA
Yetersiz
beslenmenin vücutta ağır yıkıma, ölüme ve özellikle nörolojik sekellere yol açtığı
bilinmektedir. Temel besin maddeleri ve vitaminlerin yokluğunda santral ve periferik sinir sistemi oldukça etkilenmektedir.
Toplama kamplarındaki savaş esirlerinde, kıtlık çekilen ülkelerde, yetersiz beslenen
alkoliklerde ve daha az sayıda malabsorpsiyonlu hastalarda bir çok nörolojik sendromun
geliştiği bilinmektedir. Bu sendromların gelişiminde esansiyel vitaminler ve besin
maddelerinin uzun süreli yetersiz alımları rol oynamaktadır. Spesifik vitamin
eksiklikleri (pellagra, A, E, D, B12
ve folat, pridoksin, beriberi, WKS) yanısıra, nutrisyonel-alkolik periferik nöropati,
optik nöropati, sensorinöral sağırlık, Strachan sendromu ve myelopatilerin tümünde
santral ve periferik sinir sistemi tutulumu bulguları birlikte görülebilmektedir. Ayrıca
diğer sistem bulguları da (kardiyovasküler, deri vd.) gözlenmektedir. Bütün
bildirilen bu sendromlarda temel olan özellik beslenmenin kronik yetersizliğidir. Ancak
nispeten daha kısa süreli ve daha yoğun olan beslenme yetersizlikleri (tam veya tama
yakın açlık) hakkında yeterli literatür bilgisine ulaşılamamıştır. Varolanlar
ise daha çok kısıtlanmış süreli yapılan deneysel veya tedavi amaçlı açlık dönemleri
ile tek tek açlık olgularını içermektedir. Bu çalışmalar, Owen ve ark. (1998)
aktardıkları; Benedict’in 1915 yılındaki sınırlanmış tam açlık deneyi çalışması,
Keys’in 1950’deki daha uzun süreli yarı açlık çalışmasının yanısıra
şişman kişilerde yapılmış çalışmalardır (Scobie ve ark., 1998; Owen ve ark.,
1998). Ayrıca çeşitli nedenlerle yapılan, otuz veya kırklı günlere ulaşan tam açlıklar
da bildirilmiştir (Drenick ve ark., 1966; O’Connor ve Sabine, 1988; Pentland ve
Mawdlesy, 1982; Gropman ve ark., 1998). Bu çalışmalarda yukarıda belirttiğimiz
semptomların birçoğu bildirilmemiştir. Ancak, çoğunluğunda WA gelişebilecek süre
ve yoğunluğun olduğu gözlenmiştir. Bildirilen tam açlıklarla
karşılaştırıldığında bizim grubumuzda nispeten daha uzun ve tam açlık dönemi
sonrasında WA baskın olarak gelişmiştir. Hastalarımızda ciddi düzeyde olan WA
bulguları yanısıra, sinir sisteminin tutulumu ile ilgili diğer bulgular (ambliyopi,
vestibuler-akustik bulgular, olfaktor bulgular, nöromuskuler bulgular) ve diğer
sistemlerle ilgili bulgular (PEM, kardiyovasküler bulgular, pnömoni vd) mevcuttu.
Literatür deneyimi gözönüne alınırsa uzun açlık süresine sahip nispeten geniş
bir grup olan hastalarımızın, ön planda WA olmak üzere tüm sinir sistemi
etkilenimlerinin değerlendirilmesi bu tezin amacı olmuştur. Ayrıca yine grubun
özellikleri gözönünde bulundurularak nörolojik bulgular yanısıra diğer sistem ve
otopsi bulguları da bu çalışmaya dahil edilmiştir. Yatırarak izlediğimiz ve
olanaklar elverdiğince ayrıntılı laboratuvar değerlendirmelerini yaptığımız on
sekiz hasta (Grup II) ve bu hastaların çoğunluğunun dahil olduğu Bayrampaşa Cezaevi’ndeki
tüm açlık grevi katılımcıları (Grup I) değerlendirilmiştir. Açlık grevi
sonrası baskın ve bir yıllık izlemde en anlamlı kalıcı bulgu olan WA/WKS üzerinden
klinik izlemleri yapılmıştır.
Uzun Süreli Açlıkta
Ortaya Çıkan Yakınmalar
Uzun açlık döneminde
altmış yedi katılımcının olduğu Grup IA’nın % 6’sı yaşamını kaybetmiştir.
Bir hasta çok erken dönemde (39. gün) kötüleşmiş ve açlığı
sonlandırılmıştır. Katılımcıların yaklaşık yarısı (% 42) açlık döneminde
ileri düşkünleşmiş ve yatağa bağımlı hale gelmiştir. Halsizlik ve
bulantı-kusmalar açlıkta en fazla görülen yakınmalardır. Yarıdan fazlasında açlığın
ikinci ayında sürekli kusmalar gelişmiş ve yeterli sıvı (şekerli su veya sadece su)
alamaz duruma gelmişlerdir. Sürekli hıçkırık yakınması ile GİS ve üriner sistem
kanamaları çok az sayıda katılımcıda gelişmiştir. Katılımcıların tümünde
halsizlik, muhtemelen ortostatik hipotansiyona bağlı olan baş dönmesi ve göz kararması
benzeri presenkopal yakınmalar olmuş, hatta senkop nedeniyle üç katılımcı düşerek
hafif yaralanmıştır. Yaklaşık 1/6 (% 16) oranında katılımcı, halsizlik vb.
yakınmaları çok hafif derecede olduğundan belirgin yakınması olmayanlar olarak
değerlendirilmiştir.
Bu genel
yakınmalar için literatürde bu kadar uzun süreli açlık süreci tanımlanmadığından
karşılaştırma yapılamasa da hastalardaki bu derecede düşkünlük beklenen
sonuçtur. Dikkat çekici olan katılımcıların % 16’sının açlığı çok iyi
tolere etmiş olmalarıdır. Diğer uçta ise yine aynı oranda katılımcıda bilinç
bozukluğu geliştiği (ölümler dahil) gözlenmektedir (Bkz. Tablo 10). Beslenme
yetersizliğinin sonucunda gelişen ileri malnütrisyonun değerlendirmesinde boy,
kaybedilen ağırlık, BMI, triseps deri kıvrımı kalınlığı ve üst kol ortası kas
çevresi ölçümleri kullanılan parametrelerdir. Yakınması olmayan on bir hasta ile en
ağır yakınmaları olan ve ölümlerin gerçekleştiği on hastanın (39. günde açlığı
sonlandıran dahil edilmemiştir) başlangıç ağırlık ve BMI ile açlığın
sonlanmasındaki ağırlık ve BMI değerleri birbirlerinden istatiksel olarak farklı
değildir. Bu değerler yanısıra açlık sürecinde kaybedilen BMI değeri, bu değerin
başlangıç BMI’ya yüzde olarak oranı ve ortalama kaybedilen ağırlık miktarı da
istatiksel anlamlı farklılık göstermemektedir. Ancak ağır olan hastalar için hem
kaybedilen ağırlık hem de BMI parametrelerinin daha fazla olduğu açıktır (Bkz.
Tablo 19). Bu farklılık kaybedilen ağırlık yüzdesi için istatiksel olarak da anlamlılığa
ulaşmıştır (p< 0.0042). Ağır olan ve yaşamını kaybeden hastalarda ağırlık
kaybının daha fazla olmasının, açlıklarının son dönemindeki sürekli kusmalarının
katkısıyla olduğu düşünülebilir. Bazı katılımcılarda bu denli ağır
kusmaların gelişiminde, açlık dönemi öncesi beslenme alışkanlıklarının,
özellikle de mikro besin öğelerinin yeterli alınmamasının rolü değerlendirilmelidir.
Ancak ağır kusmaları olan ve hemen hemen hiç kusma gelişmeyen iki uçtaki on birer
katılımcı gözönüne alındığında yemek alışkanlıkları ve cezaevinde kalış süreleri
belirgin farklılık göstermemektedir (katılımcılar en azından bir kaç yıldır
cezaevindedir ve yemekler ortak üretilmektedir). Fakat bu açıdan yeterli değerlendirme
tarafımızdan yapılmamıştır.
Bayrampaşa Cezaevi
grevcilerinden yaşamını kaybeden dördünde ortalama % 29.98 oranında ağırlık
kaybı olduğu gözlenmiştir. Ümraniye Cezaevi’nden olan iki grevci dahil edildiğinde
ise ortalama % 30 oranında ağırlık kaybı olduğu görülmüştür. Olguların açlık
öncesi ağırlık ortalamaları 72.00±8.76 kg, açlık sonu
ise 50.75±7.41 kg’dır.
Başlangıçta 25.22±1.86 olan BMI değeri
ortalamaları, açlık bitiminde 17.67±1.59 olarak
hesaplanmıştır. Açlık süresince BMI değerinde de ortalama % 30 oranında kayıp
olduğu hesaplanmıştır. Leiter ve Marliss (1982) medyadan elde ettikleri bilgilere göre
on açlık grevcisinin ölüme kadar ortalama % 34 oranında ağırlık kaybettiklerini
belirtmişlerdir. Özkalıpçı ve ark. (1995) açlık grevi öncesi ağırlıklarını
bilmedikleri dört olgunun otopside ortalama 45 kg ağırlığa sahip olduğunu
belirtmişlerdir. Olguların başlangıçta ideal tartıda oldukları kabul edilerek %
25-41 arası ağırlık kayıplarının olduğu yorumlanmıştır. Tahmini veya medyadan
elde edilmiş bilgilerle yorum yapılan bu olgulara göre yaşamını kaybeden altı açlık
grevcimizin % 30 oranında tartı kaybı daha sağlıklı bir sonuçtur. Anılan iki çalışmadaki
toplam on dört olguyla uyumlu olan bu kayıp oranı vücudun açlıktan ağır bir biçimde
etkilendiğini göstermektedir.
Leiter ve Marliss
(1982) açlık grevinde ortalama yaşam süresinin 61.6 gün olduğunu (57-73. gün arası) bildirmiştir. Özkalıpçı
ve ark. bildirdikleri açlık grevinin ortalama yaşam süresi ise 67 gündür (63-73 gün
arası). Ancak bu hastalar zaman zaman zorla damar yoluyla beslenmişlerdir. Yine
ülkemizde 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan ölüm orucunda hayatını
kaybeden dört katılımcının ortalama yaşama süresi 60.8 gündür (55-65. gün).
Bizim çalışmamızda ise tüm 96 Mayıs açlık grevcileri için ortalama yaşam süresi
65.9 gün olmuştur. Sonuç olarak, bilinen açlık grevi yaşam sürelerine paralel
olarak daha geniş katılımcıyla yapılan ve tarafımızdan değerlendirilen açlık
grevinde de ölümler altmışlı günlerde gelişmiştir. Bu nedenle açlık grevi için
ellili günlerin aşılması, özellikle altmışlı günler yaşam açısından
kritiktir.
Grup IA içinde yer
alan kadınların boy ile açlık öncesi ve bitimindeki ağırlıkları istatiksel olarak
erkeklerden anlamlı farklıdır. Açlık öncesi ve bitimindeki BMI değerleri birbirine
oldukça yakındır ve istatiksel olarak da farklılık bulunmamıştır. Ayrıca
kaybedilen BMI değeri ve yüzdesi erkeklerde biraz daha yüksek olmakla birlikte
istatiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır. Kadınlar daha az ağırlık
kaybetmişlerdir ve kaybedilen ağırlık yüzdeleri de erkeklerden düşüktür.
Kaybedilen ağırlık miktarı istatiksel olarak da farklı bulunmuştur. Sonuç olarak,
açlık bitiminde kadın ve erkeklerin yaklaşık aynı BMI düzeyine düşmeleri,
organizmanın açlıktan her iki cinste benzer biçimde etkilendiğini göstermektedir.
Bayrampaşa Cezaevi’nde
yaşamını kaybeden kadın katılımcı olmamakla birlikte bu çalışmaya konu olan 96
Mayıs SAG/ÖO sürecinde tüm cezaevlerinde on bir erkek, bir kadın yaşamını
yitirmiştir. Kadın katılımcılarda % 2.1, erkeklerde ise % 6.4 oranında ölüm
gerçekleşmiştir. Daha sonra tartışacağımız WA/WKS gelişiminde de ortaya çıkacağı
gibi uzun süreli açlıkta ağır komplikasyonların gelişimi açısından kadınların
daha dayanıklı olduğu söylenebilir kanısındayız.
Aynı yaş grubuna
dahil olan Grup IA ve IB katılımcılarının açlık sürecindeki ağırlık kayıpları
karşılaştırılmıştır (yaş ortalamaları sırasıyla; 30.36±5.61 ve 27.00±4.47). Açlık
öncesi benzer ağırlığa sahip olan bu katılımcıların açlık süreleri ile orantılı
ağırlık kayıplarının olduğu saptanmıştır. Elli beş ve altmış dokuz gün açlık
süreleri olan iki grup katılımcılarının açlık bitimi ağırlık ile BMI ve
kaybedilen BMI değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmasa da Grup
IA’da daha fazla kayıp olduğu görülmektedir. Ancak açlık sürecinde kaybedilen
toplam ağırlık ile kaybedilen ağırlık ve BMI yüzdesi Grup IA’da istatiksel olarak
da anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (sırasıyla; p< 0.04, p< 0.01ve 0.04)
(Bkz. Tablo 18).
Açlığın
özellikle ikinci ayın ortalarını aştığı dönemlerde başlayan ve gittikçe artan
duysal yakınmalar, uzun süreli açlıkta kusmalardan sonra belirleyici durumdadır (Bkz.
Tablo 11). Fotofobi ve parosmi % 70’lere ulaşan yüksek oranlarla ilk sıralardaki
duysal yakınmalardır. Ayrıca ses hassasiyeti, tinnitus, işitme, görme ve koku
duyusunda azalma, ekstremite ve diğer bölgelerde (baş, gövde) olan paresteziler gelişmektedir.
Açlığın sonlandırılmasını takiben vitaminlerin yeterli düzeyde verilmesi ile bu
yakınmalar hızla azalmakta ve birkaç hafta içinde düzelmektedir.
Elli beş gün açlık
süresi olan Grup IB katılımcılarında ise açlık sırasında benzer yakınmalar çok
az oranda gelişmiştir (en fazla % 20 oranında kusma ve parosmi gözlenmiştir). Her iki
grubun karşılaştırılması sonucunda uzun süreli açlık döneminde özellikle ellili
günlerin aşılmasının sinir sistemi için (hem periferik hem de santral) zararlanmanın
başladığı dönem olduğu söylenebilir. Ancak bu konuda literatür bilgisi elde
edilememiştir.
WA/WKS Klinik
Bulguları ve Seyri
Tiamin eksikliğine
bağlı gelişen WA’nın; yetersiz ve kötü beslenen alkoliklerde, nadiren mide op.
sonrası ve gebelikte görülen uzun süreli kusmalar nedeniyle, yeterli vitamin desteği
olmadan sürdürülen İV tedavi ve hiperalimantasyonlar vd. medikal nedenlerle ve çok
daha nadiren de uzamış açlık dönemleri sonrası gelişmektedir (Bkz. Tablo 3).
Alkoliklerde ve diğer alkolik olmayan olgularda sendromun gelişiminin tiamin
eksikliğine bağlı olduğu açık olarak bilinmektedir. Geniş çalışmaların
yapıldığı alkoliklerde sendromun gelişiminde yetersiz beslenme ve alkolün tiamin
homeostazı üzerindeki olumsuz etkileri sözkonusudur (Reuler ve ark., 1985; Lindberg ve
Oyler, 1990; Mc Entee ve ark., 1993). Alkolik olmayan olgularda ise yetersiz beslenme
sonucunda gelişmektedir. Literatürde alkolik olmayan WA bildirileri genelde tek veya
birkaç olguyu içermektedir (Oczkowski ve
Kertesz, 1985; Nightingale ve Bates, 1982; MacLean, 1982; Haid ve ark., 1982; Drenick ve
ark., 1967; Parkin ve ark., 1991; Lonsdale, 1978; Nadel ve ark., 1976; Gropman ve ark.,
1998; Kramer ve ark., 1977; Wallis ve ark., 1978; Shimomura ve ark., 1998). Toplu
bildirilen tek olgu grubu II. Dünya Savaşı sırasında Japon toplama kamplarında kalan
savaş esirleridir. Bu kamplarda kalanlarda birkaç aylık süreyi takiben dizanteri vb.
nedeniyle ağır diaresi olanlarda sürekli kusma ve diplopi gelişmiştir. Bunların bir
kısmına parenteral tiamin verilmiş ve bulguları düzelmiş, tedavi uygulanamayanlar
ise ölmüşlerdir (Denny-Brown, 1947; Burgess, 1945; Wardener ve Lennox, 1947; Smith ve
Woodruff, 1951).
Literatürde
bildirilen yetersiz beslenen gerek alkolik gerekse alkolik olmayan olguların tümünde
sendromun geliştiği dönemde veya öncesinde sürekli kusmalar dikkat çekmektedir.
Nadir olarak ilaçların etkileşimi (Mukherjee ve ark., 1986; Heier ve Fosså, 1986; Greve ve
Belle, 1991; Lindberg ve Oyler, 1990) ile malabsorpsiyonlu
hastalarda besin alışkanlıklarındaki küçük değişimler (Okimo ve ark., 1993;
Shimamura ve ark., 1988) veya TPN’ye eklenen vitaminlerin orale geçilmesi (Hahn ve
ark., 1998) sendromun ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Asıl vurgulanması
gereken nokta ise yeterli tiamin desteği sağlanmadan uygulanan tedavilerin sendromun
gelişimine olan katkısıdır. Bu durumlar için uzun süreli İV veya NG besleme ve
hiperalimantasyonlar (Nadel ve ark., 1976; Kramer ve ark., 1977; Lonsdale, 1978) ile
genellikle acil ünitelerinde uygulanan nedeni bilinmeyen komalı hastalara vitamin
desteği sağlanmadan yapılan glikoz yüklemeleri sayılabilir (Wallis ve ark., 1978;
Harper, 1979; Victor, 1990). Ayrıca açlığın yeterli tiamin eklenmeden benzer şekilde
sonlandırılması da sendromun gelişimine neden olmaktadır (Drenick ve ark., 1967;
Gropman ve ark., 1998; Devathasan ve Koh, 1982; Pentland ve Mawdsley, 1982; Gürvit ve
ark., 1993).
Sonuç olarak,
tiamin eksikliğine bağlı gelişen sendromun klinik olarak ortaya çıkmasında beslenme
yetersizliği olan bireylerde sürekli kusmalar ve/veya iyatrojenik uygulama genellikle
karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer dikkat çekici nokta ise sendromun gelişiminin,
uzun süreli kısmi yetersiz beslenmeye oranla hızla ve yoğun olarak eksikliğin
yaşandığı durumlarda daha fazla olmasıdır. Örneğin, II. Dünya savaş esirlerinde
ilk aylarda ağır diareli esirlerde sendrom gelişirken, kırk dört ay süren tutsaklık
sonrasında B1 eksikliğinin periferik bulgusu olan beriberi gözlenmiştir.
Aynı şekilde uzun süreli tam veya tama yakın açlık sonrasında da bildirilen az
sayıdaki WA hastasında B1 eksikliğinin periferik bulgusunun ön planda
olmaması dikkat çekicidir. Cruıckshank (1946) savaş esirlerindeki gözlemi sonrasında
tiaminin hızlı ve akut eksikliğinde öncelikle WA gelişirken, uzun süreli kısmi
baskılanmasında beriberi geliştiği yorumunu yapmıştır.
Alkolik olmayan bir
WA/WKS serisi olan hastalarımız literatürle benzer gelişim özellikleri göstermiştir.
Hastalarımızda dışarıdan tiamin alımının olmadığı uzun ve tam açlık dönemi
mevcuttur. Bu dönemin son haftalarında özellikle sürekli kusmaları olan
katılımcılarda sendromun geliştiği gözlenmiştir. Daha da önemlisi hastalarımıza
açlığın sonlandırılmasında tiamin desteği sağlanmadan İV yoldan glikoz yüklemesi
yapılmıştır. Literatürde bu denli uzun açlık periyotlarına pek rastlanmamıştır.
Varolanlar ise ölümleri bildirilen açlık grevcilerini kapsamaktadır (Letter ve
Marliss, 1982; Özkalıpçı ve ark., 1995). Sadece açlık grevi sonrası kronik dönemde
değerlendirilen bir olgu bildirilmiştir (Gürvit ve ark., 1993). Ancak daha kısa süreli
-otuz ve kırklı günler- benzer tam veya tama yakın açlık süreleri olan vakalar vardır.
Bunların ikisinde otuzlu günlerde genel durumlarındaki kötüleşme nedeniyle açlığın
sonlandırıldığı bildirilmiştir (Frommel ve ark., 1984; Peel, 1997). WA gelişimi
nedeniyle literatürde yer alanlar daha çok sayıdadır (Drenick ve ark., 1966; Petland
ve Mawdsley, 1982; Devathasan ve Koh, 1982; Gropman ve ark., 1998; Waterson ve Gilligan,
1986). Bu olgulardan daha uzun süreli açlık süresine sahip olan hastalarımızda da açlık
sonlandığında WA, hakim bulgu olmuştur. Bir hastamızın da literatürdeki iki hastaya
benzer olarak, otuzdokuzuncu günde genel durumunda kötüleşme nedeniyle açlığı
sonlandırılmış ve WKS gelişmiştir.
Vücuttaki tiamin
depolarının azalması veya tükenmesinin olduğu durumlarda glikoz yüklenmesinin
varolan tiamini de tüketeceği ve sendromun ortaya çıkmasına veya ağırlaşmasına
sebep olabileceği literatürde çokça vurgulanmıştır (Wallis ve ark., 1978; Br. Med.
J. Review article, 1979; Nightingale ve
Bates, 1982; Reuler ve ark., 1985; Lindberg ve Oyler, 1990; Victor, 1990; Gürvit ve ark.,
1993). Değerlendirdiğimiz Grup IA grevcilerinde
açlık sırasında WA ile ilgili yakınması olanlar tüm katılımcılar içinde % 33 oranındayken, açlığın tiamin
eklenmemiş İV dekstroz ile sonlandırılmasını takiben bu oran % 63 olarak yaklaşık
iki katına yükselmiştir. Ayrıca açlığın sonlandırılması sırasında bilinci açık
olan dört katılımcıda da bu uygulama sonrası konfüzyonel durum gelişmiştir. Hatta
bu dört hastadan biri daha sonra Korsakoff amnestik sekelli kalmıştır. Ayrıca otuz
dokuzuncu günde genel durumu kötüleşen katılımcının da açlığı yetersiz vitamin
eklenmiş (20-25 gr tiamin) dekstroz içeren sıvıların İV verilmesi ile
sonlandırılmıştır. En ağır WKS hastalarımızdan biri olan bu katılımcıda da
sendromun gelişiminde bu uygulamanın katkısının olduğu düşünülebilir. Sonuç
olarak; özellikle açlığın altmışlı günleri aşıldığında tiamin depolarının
tükenmesinin sonucu WA ile ilgili yakınmalar başlamakla birlikte glikoz yüklemesinin sınırda
tiamine sahip olanlarda da varolan depoları kolayca tükettiği açıktır. Ayrıca WA
kliniği olanlarda bulguları ağırlaştırdığı da söylenebilir.
WA, yaklaşık yüz
yıl öncesinde C. Wernicke tarafından oftalmoparezi, ataksi ve mental konfüzyon olarak
tanımlandığından bu yana klasik triad değişmemiştir. Daha sonraki süreçte
sendromun patolojik tanımlaması genişletilmiş, etiyolojisi tam olarak
aydınlatılmıştır. WA/WKS’yi klinik ve patolojik olarak en geniş tanımlayan çalışma
ise Victor, Adams ve Collins (1971) tarafından iki yüz kırk beş hasta üzerinde yapılandır.
Günümüzde de bu otörlerce (Adams, Victor ve Ropper, 1997) olduğu kadar hem diğer
sendromu tanımlayan yazarlar (Reuler ve ark., 1985; Zubarun ve ark., 1997) hem de çeşitli
tek olgu bildirimlerinde bu çalışma halen referans olarak gösterilmektedir. Hastalarımızın
bulguları ve klinik seyri için karşılaştırmada alkolik olmayan seri karşılığı
olmadığı için alkolik geniş bir seri olan ve ayrıntılı dökümü yapılmış
Victor, Adams ve Collin’in (1971) bu monografı kullanılmıştır.
Monografta
sendromun 30-70 yaş arası geniş bir dağılıma sahip olduğu, cins olarak ise
kadın/erkek oranının 1/1.7 olduğu belirtilmiştir. Genel hastane otopsilerinde de
sendromla uyumlu patalojik değişikliklerin kadınlarda % 3.2, erkeklerde % 2.2 oranında
saptandığı belirtilmiştir (Victor, 1976). Victor, alkol kullanımının erkeklerde
kadınlardan üç kat fazla olmasına rağmen sendromun gelişiminin kadınlarda daha yüksek
oranda saptanmasını içki içme alışkanlıklarındaki farklılıklara bağlamıştır.
Ancak alkolik olmayan WA hastaları üzerinde yapılmış bir seri çalışması
olmadığından, cins olarak farklılıklar alkolden bağımsız değerlendirilememiştir.
Bizim serimizde bu durum değerlendirilmeye çalışılmıştır. Sendrom, Grup IA’da on
dört açlık grevi katılımcısı kadının onunda
gelişmesine karşın (% 71), elli üç erkek katılımcının otuzunda (%
56) gelişmiştir. Gerçekten de kadınlarda sendromun daha yüksek oranda geliştiği gözlenmiştir.
Ancak kadın sayımızın azlığı nedeniyle bu konuda kesin bir yorum yapmak yine de
zordur. Ayrıca dikkatimizi çeken bir nokta erkek katılımcılarda % 13 oranında WKS
gelişmiş olmasına rağmen Grup IA’da kadınlarda WKS’nin gelişmemesidir. WA
gelişen kadınlar ise belirgin düzelme göstermişler ve birinci yıl sonu yapılan
değerlendirmede ılımlı nistagmus
dışında bulguları kalmamıştır. Birinci yıl sonu WA/WKS bulguları itibarıyla
altı kadın hasta “Açlık Grevcileri Özürlülük Ölçeği” nin (Bkz. Tablo 16)
hafif olarak değerlendirilen 1a evresinde yer almakta, erkeklerin ise on ikisi 1a ve 1b
evresinde, on hasta ise evre 2 ve 3’de yer almaktadır. Yine bu ölçek kullanılarak
yapılan istatiksel karşılaştırmada, uzun süreli açlığın belirleyici bulgusu olan
WA/WKS erkeklerde anlamlı derecede daha ağır seyretmektedir (p< 0.02). Her ne kadar
bu çalışma içinde yer almasa da diğer cezaevlerinden bize ulaşan az sayıdaki 1996 açlık
grevcisi olan hastayı ve diğer cezaevleri hakkında sözel olarak elde ettiğimiz
bilgileri değerlendirdiğimizde, kırk sekiz grevci kadından sadece ikisinde hafif-orta
düzeyde KS geliştiği gözlenmiştir. Sonuç olarak, uzun süreli açlık sonrasında
belirleyici olan WA, kadınlarda daha yüksek oranda gelişiyor görünse de sendromun
erkeklerde daha ağır seyrettiği, muhtemelen kadınlarda çok daha az yapısal hasara
neden olduğu yorumu yapılabilir kanısındayız.
WA’nın ilk döneminde
% 17 oranında ölüm gerçekleştiği bildirilmiştir (Victor, Adams ve Collins, 1971;
Victor, 1978; Victor, Adams ve Ropper, 1997). Temel ölüm nedeni infeksiyon (sıklıkla
pnömoni ve septisemi) ve karaciğer yetmezliği olarak belirlenmiştir. Victor (1978)
bazı ölümlerin WA’ya bağlı geliştiğini ve bu hastaların tiamin eksikliğinin
geri dönüşümü olmayan evresinde olduğunu belirtmektedir. Hipotermi ve komada
hastaneye getirilenlerde ölümün yüksek oranda geliştiği bilinmektedir. Lindberg ve
Oyler’in aktardıkları (1990) Harper’ın çalışmasında da bu nedenle koma, WA için
uğursuz semptom olarak belirtilmiştir. Bizim koma ve hipotermisi olan bir hastamız da
dahil olmak üzere izlediğimiz hastalarda kayıp olmamıştır. Bütün ülke genelinde
de açlık grevi sonlandırıldıktan sonra ölüm gerçekleşmemiştir.
Monografta hastalığın
başlangıç bulguları ve klinik seyri WA’nın triadı çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Hastalığın sıklıkla ataksi ile başladığı, bir kaç gün veya hafta içinde mental
konfüzyonun geliştiği belirtilmiştir. Hastaların % 85’inde horizontal nistagmus
mevcuttur. Nistagmus aynı zamanda en sık görülen okuler bulgudur. Abdusens paralizisi
ikinci sıklıkla ortaya çıkan okuler bulgudur ve % 54 oranında görülmektedir.
Konjuge bakış paralizisi ise % 45 oranında gelişmektedir. Monografta hastaların % 4’ü
gibi küçük bir oranında okuler bulgu saptanmamıştır. Okuler bulguların üçü aynı
anda hastaların %
27’sinde gözlenmiştir. Tek başına nistagmus ise % 18’inde mevcuttur. Horizontale
eşlik eden vertikal bakış paralizisi ile nistagmusun daha az oranda görülmesi,
tedavinin ilk günlerinde nistagmusun oftalmoparezinin düzelmesine paralel olarak artması
dikkat çeken özelliklerdendir. Ayrıca aşağı bakış yönünden daha çok yukarı
bakış yönüne etkilenimin olduğu ve vertikal bulguların hiç bir zaman tek başına gözlenmediği
vurgulanmaktadır.
Grup II
hastalarımızın biri hariç tümünde başlangıçta nistagmus mevcuttu. Saptanmayan bir
hastada ise tedaviyi takiben saatler içinde ortaya çıkmış ve diğer hastalarda da
daha belirgin hale gelmişti. Grup IA’da ise nistagmus lehine değerlendirdiğimiz
osilopsi en genel yakınmaydı. Bu grupta tek bulgu olarak üç hasta çift görmeden,
yedi hasta ise osilopsiden yakınmıştır. Ancak osilopsi diğer yakınmalara da eşlik
etmektedir. Ayrıntılı muayene ve izlem yapabildiğimiz Grup II hastalarında monografta
belirtilen okuler bulgu özellikleri benzer biçimde gözlenmiştir. Hastaların 1/3’ünde horizontale eşlik eden
vertikal nistagmus mevcuttu. Bu hastaların çoğunluğunda da yukarı bakış yönündeydi.
On sekiz hastanın
yarısında horizontal, bunlarında 1/3’ünde vertikal bakış kısıtlılığı
mevcuttu. Konjuge bakış kısıtlılığı olan hastalar açlığın
sonlandırılmasından sonraki ilk dönemde gelmişlerdi. Daha sonraki günlerde
gelenlerin ise kısmi lateral rektus paralizileri mevcuttu veya bakış paralizileri
tamamen düzelmişti. Oftalmoparezi saptanmayan hastaların öykülerinde diplopi yakınması
mevcuttu. Bu durum, geçen süre içinde hastaların cezaevinde tiamin aldıkları düşünülürse,
oftalmoparezinin tiamine ilk ve hızlı cevap veren bulgu olması ile açıklanabilir.
Aralıklı açlığı olan bir hastada oftalmoparezi hiç gelişmemişti. Bu hastanın WA’sıda,
açlığın sonlanmasından sonraki dönemde gözlenen kusmaları takiben gelişmişti. Bu
hastaya hızla müdahale edilerek çok erken dönemde tiamin tedavisine başlanmasının
oftalmoparezi gelişimine engel olduğu kanısındayız.
WA’da üçüncü
sıklıkla ortaya çıkan bulgu olarak, ataksi belirtilmektedir. Monografta polinöropatileri
ataksi muayenesini etkileyecek derecede ağır olanlar çıkarılarak değerlendirme
yapılmıştır. Hastaların % 21’inde ağır düzeyde, % 39’unda ise ancak “tandem”
yürüyüş vb. testlerle ortaya konulabilecek düzeyde hafif ataksi olduğu
belirtilmiştir. Hastaların % 13’ünde ise
ataksi saptanmamıştır. Grup II hastalarımızın tümünde, Grup I hastalarının ise
3/4’ünde ataksi saptanmıştır. Grup II hastalarımızdan özellikle ilk dokuzunda
ataksi bulguları çok ağırdı. Grup IA hastalarından da ataksiden yakınanlar açlığın
sonlandırıldığı dönemde yardımsız ayağa kalkamadıklarını belirtmişlerdi.
Monografta gövde ataksisine eşlik eden ekstremite ataksisinin çok az oranda (% 20),
dizartrinin ise sadece birkaç hastada gözlemlendiği belirtilmiştir. Grup II
hastalarımızda da ekstremite ataksisi 1/6 oranında gözlenmiştir. Dizartri ise iki
hastamızda mevcuttu. Kalorik testle ölçülen vestibuler tutulumun ise bütün WA
hastalarında geliştiği ve tiamin tedavisi sonrasında ataksi ile birlikte düzelme
gözlendiği bildirilmektedir (Victor, Adams ve Collins, 1971; Butterworth ve ark., 1986;
Vortmeyer ve Colmant, 1988; Troncoso ve ark., 1981). Ancak hastalarımızda kalorik test
uygulanmamıştır. Vertigo yakınması çok belirgin olan hastalarda gerçekleştirilen
vestibuler testler ise ayrıca tartışılacaktır.
WA tiradının
üçüncü bulgusu olan bilinç ve mental durum değişiklikleri monografta dört ayrı bölümde
değerlendirilse de WA için tipik olanı “global konfüzyonel durum” olarak tanımlanmıştır.
Tipik konfüzyonel tablonun hastaların % 56’sında gözlendiğini,
% 15’inde
ise alkol yoksunluk bulguları ve hepatik ansefalopati nedeniyle gelişen bilinç değişikliklerinin
olduğu belirtilmiştir. WA için nadir olarak tanımlanan koma (% 1), stupor (% 4) bu
seride de çok az oranda gözlenmiştir. Hastaların % 10’nunda bilinç ve mental durumu
tamamen normalken, uyanık ve cevaplı olan 31 hastada (% 14) ise amnestik tablo
mevcuttur. Bu otuz bir hastanın dokuzunda WA’nın diğer bulguları (okuler ve ataksi)
öyküde ve muayenede saptanmamıştır.
Grup II’deki on
sekiz hastamızın biri komada (% 1.8), üçü stuporöz (% 4.8) olarak yatırılmıştır.
Bu oranlar monografta belirtilenden yüksektir. Ancak Grup IA’da WA gelişen kırk
hastanın sadece on birinde (% 27.5) bilinç ve mental bozukluk gözlenmiştir.
Monograftaki % 10’luk bilinç ve mental bozukluk gelişmemiş hastalarla bizim
hastalarımızdaki % 72.5’luk oran arasında büyük fark vardır. Alkolik WA’da alkolün
diğer komplikasyonlarının sebep olduğu bilinç bozukluklarının katkısı olduğu düşünülebilir.
Fakat, bizim hastalarımız ve monograf arasındaki fark kapatılamayacak kadar büyüktür.
Grup II hastalarımızdan olan amnestik tabloda hozpitalize ettiğimiz üç hastanın
öykülerinden konfüzyonel durumdan geçtikleri öğrenilmiştir. Ayrıca okuler ve
ataksik bulguları -kısmen düzelmiş olsa da- devam ettiğinden monografta bahsedilen %
4 oranında yalnızca mental bozukluğun geliştiği hastaların karşılığı bizim
serimizde gözlenmemiştir.
Sonuç olarak;
alkolik hastalarda geniş seri çalışmalarıyla tanımlanan WA başlangıç bulguları,
alkolik bir seri olmayan hastalarımızda da benzer klinik göstermiştir. Dikkat çekici
tek farklılık WA için tipik olan konfüzyonel durumun hastalarımızda çok daha düşük
oranda gözlenmesidir. Buna rağmen ileri bilinç bozuklukları (stupor-koma)
hastalarımızda daha yüksek oranda gelişmiştir. Bu durum belki de, alkoliklerdeki uzun
süreli olan tiamin yetmezliğinin bir noktada WA gelişimine yol açacak düzeyde açık
hale gelmesi ile hastalarımızda daha kısa ancak daha yoğun gerçekleşen tiamin
yetmezliği arasındaki farklılıkla açıklanabilir. Ayrıca hastalarımızda günlerle
sınırlı olan tiamin yetmezliği hızla yerine konulabilmiştir. Ancak bu konuda yorum
yapabilmek için tiamin eksikliğinde gelişen beyin hasarlanmasının patofizyolojik
mekanizmasının hem alkoliklerde hem de alkolik olmayan hastalarda daha iyi anlaşılır
hale gelmesi gerekmektedir.
Hastalarımızdaki
WA başlangıç bulguları alkolik serilerle neredeyse tama yakın ortak özellikler
içermesine rağmen klinik seyirde farklılar gözlenmiştir. Monografta ortalama 10
yıllık bir izlem belirtilmiştir. Bizim çalışmamızda ise hastaların bir yıllık
izlemleri dökülmüştür. Ancak literatürde bildirilen WA hastalarının bir yıl
sonrasında hemen hemen stabil seyrettiği düşünülürse, bizim süremiz de yorum
yapmak için yeterlidir.
WA’da en hızlı
ve büyük iyileşmenin okuler bulgularda gözlendiği ve bir kaç saat veya gün içinde
başladığı bilinmektedir. Hatta okuler bulgular için tiamine cevap yeterli değilse
tanıdan şüphelenmek gerektiği de belirtilmektedir (Victor, Adams ve Collins, 1971,
Victor, 1976; Adams, Victor ve Ropper, 1997; Zubarun
ve ark., 1997; Reuler ve ark., 1985 vd.). Monografta da belirtilen tiamin tedavisini
takiben okuler bulgulardaki hızlı düzelme hastalarımızda da gözlenmiştir. İlk düzelme
beklendiği gibi konjuge bakış paralizisinde olmuştur. İlk dört gün içinde hastalarımızdaki
bakış kısıtlılığında hızlı düzelme
sonucunda sadece yedisinde lateral rektus paralizisi kalmıştır.
Monografta
oftalmoparezideki iyileşmeye paralel olarak hastaların nistagmuslarının daha belirgin
hale geldiği, başlangıca oranla nistagmusu olan hasta sayısının arttığı
bildirilmektedir. Lateral rektus paralizisi genellikle ilk haftada, nadiren ise daha uzun
sürede tam olarak düzelmektedir. Vertikal bakış paralizisi çoğunluğu ilk hafta içinde
olmak üzere ilk ayda tüm hastalarda iyileşmektedir. Horizontal ise daha yavaş olarak
ancak tamamen iyileşmektedir. Vertikal nistagmus iki üç ay veya bazı hastalarda daha
uzun sürede iyileşmekle birlikte horizontal nistagmus % 60 oranında kalıcı
olmaktadır. Ancak horizontal nistagmusta da tiamin tedavisine kısmi cevap hastaların tümünde
alınmaktadır.
Lateral rektus
paralizisi Grup II hastalarımızın altısında literatürle uyumlu olarak erken dönemde
düzelirken, ikisinde beşinci ay sonunda, birinde ise ancak birinci yılda düzelmiştir.
Ayrıca bir hastamızda üçüncü ay sonunda yeniden gelişmiş ve kalıcı olmuştur.
Grup IA’da yer alan ve birinci yıl sonunda değerlendirilebilen otuz dokuz WA/WKS
hastasının on birinde (% 28) hafif düzeyde dışa bakış kısıtlılığının devam
ettiği saptanmıştır. Sonuç olarak hastalarımızın % 28’inde oftalmoparezi için
belirtilen tamamen düzelme gözlenmemiştir.
Başlangıca oranla
özellikle ikinci günde hastaların nistagmusları daha belirgin hale gelmiş ve bir
hastada da oftalmoparezinin düzelmeye başlamasıyla nistagmus ortaya çıkmıştır. Nistagmuslarda, ilk hafta içinde belirgin
düzelme kaydedilmiş ve başlangıçtan beri ılımlı nistagmusu olan iki hasta tamamen
düzelmiştir. Daha sonra düzelme hızı çok yavaşlamış, ancak beşinci ayda iki
hasta daha tamamen düzelmiştir. Onuncu ayda ise bazı hastalarda gözlenen progresyonla
birlikte nistagmuslarında da hafif artış ve bir hastada nistagmusun yeniden geliştiği
gözlenmiştir. Birinci yıl sonunda Grup II hastalarının on altısında (% 89)
nistagmus saptanmıştır. Grup IA’nın tümü değerlendirildiğinde ise otuz dokuz
hastanın yirmi yedisinde (% 69) nistagmus kalıcı olmuştur. Hastalarımızda
oftalmoparezide olduğu gibi horizontal nistagmusta da literatürde bildirilenden daha az
oranda iyileşme olduğu gözlenmiştir. Ancak literatürle uyumlu olarak hastaların tümünde
kısmi düzelme kaydedilmiştir.
Horizontal
nistagmusa eşlik eden vertikal nistagmus Grup II hastalarının 1/3’ünde saptanmıştır.
Başlangıçta çoğunluğunda iki yönlü olmasına rağmen tedaviyle sadece yukarı
bakış yönünde kalmıştır. Sadece bir
hastada aşağı bakışta ortaya çıkıyordu ve bu hastada birinci yıl sonunda da halen
devam ediyordu. Monografta tanımlandığı gibi aşağı bakış yönüne olan
nistagmusun daha hızlı düzelmesine rağmen vertikal nistagmustan tamamen düzelme
hastalarımızın çoğunda ancak beşinci ay sonunda olabilmiştir. Sonuç olarak, aşağıya
bakışta nistagmusu olan aykırı bir hasta dışında vertikal nistagmus daha yavaş
olsa da hastaların tümünde literatürle uyumlu olarak tamamen düzelmiştir.
Nistagmus ve gövde
ataksisinin, hastanın WA’dan geçtiğini işaretleyen kalıcı bulgular olduğu
bilinmektedir. Bu bulguların uzun yıllar sonra psikiyatri hastanesinde değerlendirilen
KS’li hastaların % 60’ında halen olduğu da belirtilmiştir (Adams, Victor ve
Ropper, 1997). Birinci yıl sonunda hastalarımızda, her ikisinin de daha yüksek oranda
kalıcı olduğu, hatta oftalmoparezinin de eklendiği gözlenmiştir.
Ataksinin
iyileşmesinin ise okuler bulgulara oranla daha yavaş olduğu belirtilmektedir.
Monografta özellikle tedavinin ilk haftasında iyileşmeye başlayanların çoğunluğunun
daha sonra tamamen düzeldiği belirtilmektedir. Hastaların % 27’sinde anlamlı
iyileşme kaydedilmediği, % 35’inde testlerle tespit edilebilecek minimal düzeyde
ataksi bulgularının olduğu, % 38’inin ise tamamen düzeldiği bildirilmiştir.
İyileşme, genelde ilk iki ay içinde nadiren ise daha uzun sürede (bir hastada
sekizinci ayda) tamamlanmaktadır.
Ataksiden düzelme
seyri Grup II hastalarımızda monografla karşılaştırıldığında oldukça yavaştır.
Ancak Grup I hastalarının öykülerinden (Grup II içinde yer alanlar hariç) ilk hafta
içinde yardımsız yürüyemeyecek düzeyde ağır olan ataksilerinin birkaç hafta
içinde, çok azında birinci ayda ve bir kaç hastada ikinci ayda hızla düzeldiği öğrenilmiştir.
Öykülerle uyumlu olarak açlığın sonlandırılmasını takiben üçüncü ay içinde
cezaevinde değerlendirilen bu hastaların çok azında hafif ataksi bulgusu mevcuttu.
Grup II hastalarından açlığın sonlandırılmasının ilk döneminde izleme alınan
dokuzunda desteksiz oturamayacak düzeyde ağır gövde ataksisi saptanmıştır. İkinci
hafta sonunda destekle ayağa kaldırılabilenlerde yavaş olarak düzelme devam etmişti.
Grup II hastalarımızda tam düzelmeler ancak birinci ayda (2 hasta), üçüncü ayda (1
hasta), beşinci ayda (3 hasta) ve birinci yılda (1 hasta) gözlenmiştir.
Birinci yıl
sonunda Grup II’de yer alan hastaların beşinde (% 28) anlamlı düzelme kaydedilmemişti.
Bu hastalar ağır ataksileri nedeniyle desteksiz yürüyemiyor, hatta biri halen
desteksiz oturamıyordu. Beşinin orta düzeyde (desteksiz ancak belirgin ataksik
yürüyüşü olan), birinin ise sadece “tandem” yürüyüşte gözlenebilen ataksisi
mevcuttu. Yedisinde (% 39) üçüncü hafta ile birinci yıl arasında olmak üzere
tamamen düzelme gözlenmişti. Grup IA’daki başlangıçta ataksisi olan otuz hastanın
on birinde birinci yılda da halen ataksi devam ediyordu. Ataksi, hastaların % 28’inde
kalıcı olmuş, % 62’sinde (18 hasta) ise tamamen düzelmişti. Ataksiden kısmi düzelenler,
literatürde belirtilenlerden daha belirgin ataksik kalmışlardır. Ancak bu duruma bazı
hastalarda gözlemlenen progresyonun da katkısı olmuştur. Grup IA hastalarını ele
alırsak öykülerinden edindiğimiz bilgiler ışığında başlangıçta ataksileri ağır
düzeyde tahmin edilen hastaların % 62’sinde tamamen düzelme olması oldukça iyi bir
gelişmedir. Ancak Grup II hastalar için aynı derecede olumlu gelişme olmamış ve bütününde
monografta belirtilenden daha ağır kalıcı ataksi bulguları olduğu gözlenmiştir.
Monografta gövde
ataksisi olan hastaların % 20’sinde gözlemlenen ekstremite ataksisinden düzelmenin,
gövde ile beraber veya daha erken olduğu belirtilmiştir. Hastalarımızda ise
başlangıçta ekstremite ataksisi olan altı hastanın hiç birinde tamamen düzelme
gözlenmemiştir. Sadece iki hastada beşinci aydan sonra hafif düzelme olmuştur.
Ayrıca bu altı hastaya birinci ayda bir, onuncu aydan sonra dört hastada daha eklenmiştir.
Dizartride başlangıçta iki hastada mevcuttur. Birinde ilk haftada düzelmiş ancak
beşinci ayda tekrar gelişmiştir. Aynı şekilde üçüncü ayda üç, yedinci ayda bir,
onuncu aydan sonra iki hastada daha dizartri gelişmiştir.
Bütün olarak,
birinci yıl sonunda hastalarımızda WA/WKS bulgularında genel bir düzelme mevcuttur. Ancak Grup II hastalarının on
üçünde, Grup IA hastalarının ise on ikisinde (on hasta Grup II içinde de yer
almaktadır) başlıca serebellar bulgularda progresyon gözlenmiştir. Özellikle gövde
ataksisinde artış, ekstremite ataksisinin gelişimi ve dizartri dikkat çekmektedir
(Bkz. Tablo 36 ve 37). Üç hastada ise üçüncü ayda gelişen ağır
serebellar-akinetik tablo (ileri bradikinezi, bradimimi, yavaş ve hipofonik konuşma,
postural inbalans, ekstremite ataksisinde artış, ekstremite ve başta tremor) mevcuttur.
Hastalarımızda
başlangıçta varolan oftalmoparezi, ekstremite ataksisi ve dizartri için literatürde
tanımlanan düzelmeler gözlenmemiş olup aynı zamanda yeniden gelişim ve artışlar
kaydedilmiştir. Literatürde ise oftalmoparezide en hızlı ve tam düzelme ile birlikte
nistagmusun benzer düzelmeye rağmen kalıcı olabileceği, ataksinin ve beraberindeki
diğer serebellar bulguların (ekstremite ataksisi, dizartri) daha yavaş olmakla birlikte
tamamen düzeleceği, gövde ataksisinin ise kalıcı olabileceği belirtilmektedir. Bütün
bu düzelmeler tiamin tedavisi ile başlamakta ve mental durumdaki değişiklikler
dışında ya belirgin değişme olmadan kalmakta ya da kısmi ve tam düzelme seyri
gözlenmektedir. Başlangıçta biyokimyasal lezyonlara bağlanan bulgularda hızla düzelme
olmakla birlikte en belirgin amnezi olmak üzere ataksi ve nistagmusta da yapısal hasara
bağlı kalıcı bulgular olabilmektedir. Ancak tedavi sonrasında progresyon beklenen
seyir değildir.
WA için tipik olan
konfüzyonel durum her zaman için geri dönüşümlüdür. Monografta hastaların % 15’inin
bir iki hafta içinde hızlıca düzeldiği ve bu hastalarda daha sonrası için mental
bozukluğun olmadığı bildirilmiştir. Geri kalanının ise (% 84) daha yavaş
iyileştiği ve tam zamanı belirlenememekle birlikte izleyen ay içinde amnestik durumun
daha açık hale geldiği belirtilmiştir. Grup IA hastalarımızda monografta
belirtilenden çok daha az oranda konfüzyonel durum gelişmişti. Bu on bir hastanın dördünde
(% 27) sonrasında mental bozukluk kalmadan ilk hafta içinde konfüzyonel durum düzelmiştir.
Diğerlerinde de literatürle uyumlu olarak yaklaşık bir ay içinde amnestik tablo açık
hale gelmiştir.
Grup II’deki on
hastada amnestik tablo mevcuttu. Bir yıllık izlemleri boyunca beşinin amnezisinde
anlamlı bir düzelme gözlenmemiş, diğer beşinde ise kısmi düzelmeler olmuştu. En
iyi durumda olan bir hastamızda ise nöropsikolojik testlerle ortaya konulabilen amnezi
devam ediyordu. Monografta, iyileşmenin ilk bir yıl içinde gözlendiği (sadece iki
hastada ikinci yılda da devam etmiştir) belirtilmektedir. Monografta bildirilen hastalar
dört eşit parçaya ayrılmış ve hiç iyileşme gözlenmemesi, hafif iyileşme,
belirgin iyileşme ve tam iyileşme dereceleri yaklaşık % 25’lik dilimlerde yer
almıştır. Bizim hastalarımızda da yeterli sayılabilecek bir yıllık gözlem
sonucunda benzer dağılımda iyileşme gözlense de ağır ve anlamlı iyileşme
kaydedilmeyen hasta oranımız daha fazla olmuştur. Birinci yıl sonunda amnestik
durumun; beş hastada ağır (% 50), iki hastada orta-ağır /orta (% 20), üç hastada
hafif-orta / hafif (% 30) olarak dağılım gösterdiği saptanmıştır. Daha sonraki
izlemimiz sonucunda, klinik tabloların üçüncü yılda da aynı kaldığı gözlenmiştir.
Amnestik
tablolarının genelde ağır seyretmesinin yanısıra hastalarımızda Korsakoff
psikozuna bağlı nöropsikiyatrik gösteriler olarak değerlendirdiğimiz çeşitli
psişik bozukluklar gözlenmiştir. KS için bütün görünümün sadece hafıza
hasarlanması ile açıklanamayacağı belirtilmektedir. Aynı zamanda hastalarda apati,
girişimsizlik, kendiliğindenlikte azalma biçiminde
davranışsal bozukluklarında olduğu bildirilmektedir. Düşünce içeriğinde olan
bozukluklar ise daha çok konfabulasyonların içeriğinde tanımlanmaktadır (Victor,
1976; Adams, Victor ve Ropper, 1997; Kopelman, 1995). Ancak Cutting’in (1985)
aktardığı literatür bilgileri nöropsikiyatrik açıdan daha zengin bulguları içermektedir.
Cutting, Korsakoff tarafından belirtilen mood bozukluklarının daha sonraki yazarlar
tarafından reddedildiğini ancak Bowman ve Jellineck’in 1941 yılında hastalardaki
ilgisizlik ve öforiden bahsettiğini, Talland’ın 1965 yılında hastalardaki apatinin
üzerinde durduğunu ve Lishman’ın 1971 yılında hastalardaki kişilik
değişikliğini not ettiğini belirtmektedir. Kendisinin 1978 yılındaki elli hastalık
çalışmasında ise hastaların % 56’sında mood bozukluğu, % 76’sında öfori vb.
mood değişiklikleri, kronik safhada ise baskın olarak apati gözlemlediğini
bildirmektedir. Aynı şekilde Korsakoff’un orjinal tanımlamasında “izole deliran
fikirler ile illüzyon ve halüsinasyonlar” belirtmesine rağmen daha sonrasında bunun
da desteklenmediğini bildirmektedir. Cutting’in aktardığına göre Chotzen 1906 yılında
sıklıkla otomatik ve sterotipik olan perseküsyon hezeyanlarını bildirmiş, Malamud ve
Skillicorn ise paranoid hezeyanlar için % 27, halusinasyonlar içinse % 13 oranını
vermiştir. Cutting 1978 yılındaki çalışmasında halusinasyon ve hezeyanların sadece
hastalığın başlangıcındaki deliryum tremense bağlanamayacağını belirterek,
kronik hastalarında % 20 oranında hezeyanların, % 4 oranında ise halusinasyonların
olduğunu göstermiştir.
Bir yıllık
izlemde, KS’li hastalarımızın amnezilerinde progresyon gözlenmemekle birlikte hastalığın
ilk döneminde nöropsikiyatrik gösterileri olan üç hastaya ek olarak altı hastada
daha ağır psişik tablolar gelişmiştir. Başlangıçta ağır, major depresyon ve
anksiyete bozukluğu olan üç hasta bu tabloları düzeldikten sonra stabil seyretmiştir.
On KS’li hasta arasında bir yıl içinde nöropsikiyatrik bozukluk göstermeyen tek
hastamız da, üçüncü yıl içinde psikotik major depresyon ile bir süre psikiyatrik
hospitalizasyondan geçmiştir.
Ayrıca, başlangıçta
üç hastada hafif öfori ve disinhibe davranışlar, dört hastada ise sadece apati
mevcuttu. İzlem sırasında başlangıçta psişik bozukluk göstermeyen bir hastada
üçüncü ay, bir diğerinde ise beşinci ayda psikotik özellikli major depresyon gelişti.
Her iki hastada tedaviye yeterli cevap alınamadı ve birinde depresyon kliniği paranoid
tipte hezeyan bozukluğuna dönüştü. Üçüncü ayda bir hastada panik bozukluk ve
somatik tipte hezeyan bozukluğu gözlendi, bir diğerinde ise disinhibe, püeril davranışlar
ve dürtü kontrol kusurunun daha belirgin hale gelmesinin yanısıra hızlı döngülü
(günler içinde değişen) bipolar duygudurum bozukluğu gelişti. Bir hastada beşinci
ayda gelişen akinetik-serebellar sendromla birlikte major depresyon gözlendi.
KS’li hastalarda
gelişen bu tabloların “Korsakoff psikozu”na ait nöropsikiyatrik gösteriler olduğu
düşünülmüştür. Hastaların bir yıllık izlemleri sonucundaki gözlemlerimiz; gelişen
tabloların tedaviye dirençli olduğu, çok hızlı değişebildiği, kullanılan
antipsikotik ve antidepresan ilaçlarla hastalara verilen dozlarda beklenen yanıtlar
alınamadığı veya tedavinin tabloyu çok hızlı değiştirebildiği yönünde olmuştur.
Literatürde çok
geniş tanımlanmamakla birlikte apati, kişilik değişiklikleri, mood bozuklukları ve
hezeyanlar hastalarımızda çok renkli tablolarla yoğun olarak karşımıza çıkmıştır.
Hatta üç yıl sonrasında bile paranoid-persekütif hezeyanların hakim olduğu tablo
gelişen hastamız mevcuttur. Dikkat çeken bir nokta hastaların gerek amnezilerinin
verdiği sıkıntı gerekse bulundukları ortama bağlı gelişen hafif duygudurum
değişikliklerinin hızla hezeyanları da içeren ağır psikotik tablolara dönüşmesidir.
Bütün bu tabloyu öncelikle hafızanın hasarlanmasına neden olan limbik sistemdeki
etkilenimin getirdiği bir sonuç olarak yorumlayabiliriz. Ancak hem hastalarımızın
amnezilerinin hem de nöropsikiyatrik gösterimlerinin niçin alkoliklerden daha ağır
seyrettiği konusu açık değildir. Nitekim açlık grevine bağlı bildirilen diğer WKS
olgusunda da ağır paranoid psikotik tablo sonrasında, kronik dönemde ağır apatinin
ön planda olduğu ağır amnestik durum bildirilmiştir (Gürvit ve ark., 1993). Tiamin
eksikliği temelinde gelişen WKS’nin tiamin eksikliğinin hızlı ve yoğun bir biçimde
gerçekleştiği hastalarımızda, alkoliklerden daha geniş ve ağır hasar
geliştirdiği düşünülebilir. Ağır serebellar-akinetik tablolar gelişen
hastalarımızı da eklersek -ki bunların aynı zamanda amnezileri de mevcuttu- bu
hipotezi güçlendirebiliriz.
WA/WKS Hastalarında
Nöropsikolojik Bulgular
İlk dönem
nöropsikolojik incelemelerde saf Wernicke ve Korsakoff grubu arasında yaş ve eğitim açısından
farklılık bulunmamıştır. Sadece cins olarak farklılık mevcuttur. Korsakoff grubu
erkeklerden oluşmakta, saf Wernicke grubu ise üç kadın, beş erkekten oluşmaktadır.
Saf Wernicke grubunun tüm test sonuçları normal sınırlar içinde değerlendirilmiştir.
Bu nedenle aynı zamanda kontrol grubu olarak da kullanılmıştır.
Dikkat: Global dikkati değerlendiren sayı menzilinin
ileri, geri ve ileri+geri skorlarının tümü Korsakoff grubunda istatiksel anlamlı
derecede düşük skorlanmıştır. Dikkatin KS’li hastalarda açık bir biçimde
bozulmuş olduğu belirtilmektedir (Cutting, 1985). KS’li hastalarımızda başlangıç
ve birinci yıl sayı menzili testleri arasında anlamlı bir farklılık bulunmaması da
bu durumu desteklemektedir.
Görsel mekansal işlevler
ile yürütücü işlevler: Korsakoff grubumuzda sağ hemisfere ilişkin
algısal testler olan BFR ve BLO normal sınırlarda bulunmuştur. Perseverans, uygunsuz
cevabın inhibisyonu yoluyla kategori değiştirebilme, planlama ve sıralama becerileri
olan “frontal işlevler” de denilen yürütücü işlevler, frontal lobların ve
bağlantılarının hasarından etkilenmektedirler. Yürütücü işlevleri
değerlendirmek amaçlı kullanılan WCST ile soyutlama, kavramsallaştırma, davranışı
sürdürme, uygunsuz cevabın inhibisyonu gibi işlevler değerlendirilmiştir ve
hastalarımızda normal sınırlarda bulunmuştur. Ancak enterferansa direnç ve uygunsuz
cevap inhibisyonunu en seçici değerlendiren “Stroop testi” Korsakoff grubunda
anlamlı derecede uzamış bulunmuştur.
Literatürde KS’li
hastalarda, algısal ve vizyospasyal yeterlilik isteyen testlerde bozulma olduğu
bildirilmiştir (Jacobson ve Lishman, 1987). Ayrıca WKST’nin alkolik KS’li hastalarda
bozuk bulunduğu çalışmalar vardır (Kopelman’ın 1995 yılında aktardığına göre;
Leng ve Parkin, 1988 ile Janowsky ve ark., 1989). Yine F.A.S verbal akıcılık testinde
de bozulma bildirilmiştir (Kopelman, 1989). Bütün bu testlerdeki etkilenmede KS’li
hastalardaki kronik alkol tüketimine bağlı olan frontal lob atrofisi ve genel kortikal
atrofinin rolü olduğu belirtilmiştir (Kopelman, 1995). Becker ve ark., (1990) alkolik
olmayan WKS hastalarında uzak hafıza ve semantik öğrenmede bozulma olmasına rağmen
frontal lob fonksiyonlarını ölçen testlerde normal performans bulmuşlar. Bellek
bozukluğunun alkolik WKS için karakteristik olmasına rağmen bazı nöropsikolojik
testlerdeki defektin kronik alkol kullanımı sonucu gelişen frontal lob disfonksiyonuna
bağlı olduğunu söylemişlerdir.
Hastalarımızda
ise hem vizyospasyal işlevleri değerlendiren BLO ve BFR testleri hem de yürütücü işlevleri
değerlendiren WKST normal sınırlarda değerlendirilmiştir. Yine yürütücü işlevleri
değerlendiren ancak genel amaçlı WKST’ye göre daha çok orbitofrontal (OF) bölgeye
özgü olan Stroop testinde WKS’li grubun performansı bozulmuştur. Sonuç olarak,
alkolik bir seri olmayan hastalarımızda, yaygın bir frontal lob hasarı olmadığı
ancak doğrudan limbik bağlantılara sahip OF bölgenin işlevinin bozulduğu gözlenmiştir.
Yine yürütücü işlevler
içinde değerlendirilen ve sebat (perseverans) testi olarak da kabul edilen sözel akıcılık
testlerinden kategori adlandırmada Korsakoff grubunda düşük skorlanmıştır. Semantik
belleğin KS’li hastalarda etkilenmediği bildirilse de özellikle kelime akıcılığı
gibi hız isteyen testlerde bozulmalar literatürde de bildirilmiştir (Kopelman, 1995).
Bellek: Hastalarımızda belleğin retrograd bileşeni
politik aktüalite bilgileri ile belli bir rahatlıkta değerlendirilebilmiştir.
Anterograd bileşeni değerlendirmek içinse epizodik belleği değerlendiren testler
verilmiştir. Epizodik-yakın bellek kaydedilen materyalin türüne göre verbal ve
görsel olarak ayrılmaktadır. Başlangıçta sadece sol hemisfere özgü sözel yakın
(recent) ya da epizodik bellek testi olan CSÖT kullanılmıştır. Birinci yılda ise
sağ hemisfere özgü olan ve görsel belleği değerlendiren Warrington’un yüz ve
topografi ile resim tanıma testleri de uygulanmıştır. CSÖT, sözel öğrenme ve
hatırlamada kullanılan strateji ile süreçleri değerlendirmektedir. Böylece
hastalardaki öğrenme, hatırlama ve tanımadaki etkilenmelere ilişkin bilgiler elde
edilmiştir. Bu test global olarak Korsakoff hastalarında belirgin derecede etkilenmiş
bulunmuştur. Öğrenme etkinliğini gösteren, A listesi 1. deneme toplamı ve 5. deneme
toplamı, beşinci deneme için daha belirgin olmak üzere istatiksel anlamlı azalma göstermektedir.
Hatırlanan kelime sayıları da ilk deneme için birbirine daha yakınken, 5. denemede
daha da açık fark bulunmuştur. Hatırlama etkinliği ölçütleri olan kısa ve uzun
gecikmeli hatırlanan kelimeler toplamları da Korsakoff grubunda istatiksel olarak
belirgin derecede azalmış bulunmuştur. Serbest hatırlamada karışmalar toplamı,
Korsakoff grubunda daha fazla değerde olsa da her iki grup arasında istatiksel anlamlı
farklılık bulunmamıştır. Ancak ipucuyla hatırlamada karışmalar toplamı, Korsakoff
grubunda istatiksel olarak da anlamlı fazladır. Tanıma ölçütleri olan tanıma
doğruları ve özellikle ayrımlanabilirlilik yüzdesinde Korsakoff grubunda belirgin
azalma mevcuttur. Korsakoff grubunda perseverasyonların da belirgin fazla olduğu gözlenmektedir.
Görsel belleği değerlendiren Warrington’ın yüz, topografi ile resim tanıma
testlerinde, birinci yılda KS’li hastalarda belirgin bozulma saptanmıştır. Sonuç
olarak hastalarımızda, sözel ve görsel materyaller için hem öğrenme etkinliğinde
hem de hatırlamada belirgin derecede bozulma saptanmıştır.
Alkolik olmayan saf
WA ve WKS hastalarından oluşan serimizde, saf WA için nöropsikolojik testlerin
hiçbirinde bozulma bulunmamıştır. Korsakoff grubunda ise karakteristik olan öğrenme
ve hatırlama süreçlerinde çok belirgin etkilenmenin yanısıra dikkatte azalma, sözel
akıcılık testi olan kategori adlandırmada azalma ve yürütücü işlevlerden cevap
inhibisyonunda güçlük saptanmıştır.
MRG Bulguları
Hastalarımızın
ilk dönem MRG incelemeleri tiamin tedavisini izleyen subakut ve kronik sayılabilecek dönemde
yapılmıştır. Proton dansiteli ve T2 ağırlıklı incelemelerde, yedi
hastada 3. ventrikül çevresinde, yine bu hastaların altısında medial talamik bölgede
simetrik iki yanlı Hİ saptanmıştır. Tiamin tedavisinin ikinci haftasından sonra
yapılan incelemelerde ise Hİ saptanmamıştır. Literatürde WA hastalarında akut dönemde T2
ağırlıklı incelemelerde medial talamus, 3. ventrikül çevresi ve periakuaduktal
bölgede Hİ en sık bildirilen bulgudur (Gallucci ve ark., 1990; D’Aprile ve ark.,
1994; Doraiswamy ve ark., 1994; Harter ve Nokes, 1996; Suzuki ve ark., 1996; vd.). Bu bölgelerdeki
iki yanlı simetrik Hİ’ler hastalığın tanısında karakteristik olarak kabul
edilmektedir. Lezyonlar patolojiye (ödem, demyelinizasyon, gliozis) spesifik olmayıp,
yerleşim bölgeleri ve simetrik olmaları ile diğer SSS patolojilerinden ayrılmaktadır
(Gallucci ve ark., 1990). Literatürde bildirilen Hİ’ler ilk günlerde yapılan MRG
incelemelerinde saptanmakta, tiamin tedavisini takiben dört hafta veya daha sonra yapılan
kontrol MRG’lerde ise kaybolmaktadır (Donnal ve ark., 1990; Gallucci ve ark., 1990;
Yokote ve ark., 1991; Doraiswamy ve ark., 1994; Ming ve ark., 1998). Nadiren birkaç ay
sonrasında devam eden Hİ’ler bildirilmiştir (Gallucci ve ark., 1990; Doraiswamy ve
ark., 1994).
Hastalarımızın
koşullarının güçlüğü nedeniyle ilk MRG incelemeleri, tiamin tedavisinin ancak altıncı
gününden itibaren yapılabilmiştir. Klinik muayeneleri kesin WA olan hastaların sadece
subakut dönemde incelemeleri yapılanlarda Hİ saptanmıştır. Kronik dönemde ise Hİ
saptanmamıştır (tiamin tedavisinin başlangıcından on beş gün ve sonrası). Bu
durum lezyonların başlangıçta biyokimyasal yapıda olduğu ve tiamin tedavisi ile geri
döndüğü bilgisi ile uyumludur. Hİ’lerin sendromun akut dönemine özgü bulgular
olduğu çalışmamızda da ortaya konmuştur. Subakut dönemde inceleme yapılan sekiz
hastanın MRG bulguları ile klinik derecesi arasındaki uyum dikkat çekmektedir. Sekiz
hastanın ikisinde saf WA mevcuttur. Bunlardan birinde sadece 3. ventrikül çevresinde
hafif Hİ saptanırken, diğerinde Hİ saptanmamıştır. WKS’li altı hastada ise
medial talamik bölge ve 3.ventrikül çevresinde hiperintensite mevcuttur. Kronik
dönemde yapılan MRG incelemelerinin hiçbirinde Hİ bulgusu olmamasının, muhtemelen
akut dönemde oluşmuş olan Hİ’lerin tiamin tedavisi ile düzelmiş olması ile açıklanabileceği
kanısındayız.
On altı hastanın
sadece ikisinde kontrast madde tutulumu gözlenmiştir. Bu iki hastanın incelemesi tiamin
tedavisinin altıncı gününde yapılmıştır. Literatürde genelde tek tek olgular
halinde hastalığın akut döneminde 3. ventrikül çevresinde, periakuaduktal bölgede,
4. ventrikül tabanında, korpora quadrigeminada, mamiller cisim ve talamusta kontrast
madde tutulumu olduğu bildirilmiştir (Schroth ve ark., 1991; D’Aprile ve ark., 1994;
Harter ve Nokes, 1995; Omer ve ark., 1995). Tiamin tedavisini takiben yapılan kontrol MRG’lerde
ise Hİ’lere benzer biçimde kontrast madde tutulumunun da kaybolduğu gözlenmiştir.
Literatürde birinci haftada yapılan kontrol MRG incelemelerinde kontrast madde
tutulumunun düzeldiği bildirildiği gibi (Schroth ve ark., 1991), ikinci haftada halen
kontrast madde tutulumu devam eden de mevcuttur (D’Aprile ve ark., 1994). Akut dönemde
hastalığın tanısında kontrast madde tutulumunun önemini vurgulayanlar olmuştur
(Scroth ve ark., 1991; Omer ve ark., 1995). Buna karşın WA’nin başlangıcında
kontrast madde tutulumunun olmayabileceği, tanıda Hİ’lerin daha yararlı olduğu da
bildirilmiştir (Mascalhi ve ark., 1999). Tiamin eksikliği geliştirilen tavşanlarda
yapılan bir deneyde, glikoz yüklenmesinin dakikalarla sınırlı sürede kan-beyin
bariyerinde bozulmaya neden olduğu ve tiamin tedavisi ile hızla düzeldiği gözlenmiştir
(Zelaya ve ark., 1995). Hastalarımızın ikisi dışındakilerde kontrast madde
tutulumunun olmaması, bu olgular için kontrast maddenin geç dönemde verilmiş
olmasına bağlanabilir. Tiamin tedavisiyle muhtemel kan-beyin bariyer bozukluğunun düzeldiği
düşünülebilir.
Hastalarımızın
subakut ve kronik dönemde yapılan ilk incelemelerinde dördünde 3. ventrikül, altısında
akuadukt genişlemiş bulunmuştur. Bu incelemelerin
dördü kronik dönemde yapılmış ve Hİ saptanmamış, beşi ise subakut dönemde yapılmış
ve Hİ saptanmıştır. Literatürde kontrol MRG incelemelerinde Hİ’lerin azaldığı
veya tamamen kaybolduğu, beraberinde ise 3. ventrikül ve akuaduktta dilatasyon geliştiği
bildirilmektedir (Gallucci ve ark., 1990; Donnal ve ark., 1990; Mascalhi ve ark., 1999).
Subakut ve kronik dönem incelemeleri olan hastalarımızdaki ventriküler genişleme
bulguları da literatür ile uyumludur.
İlk incelemelerde
hastalarımızda kortikal atrofi 12/16, serebellar ve vermis atrofisi 8/16 oranında
saptanmıştır. Literatürde bildirilen on beş akut alkolik WA hastasında mamiller
cisim atrofisi 6/15, kortikal atrofi 14/15, serebellar ve vermis atrofisi ise 15/15
oranında saptanmıştır (Antunez ve ark., 1998). Uzun yıllardır alkoliklerde yapılan
çalışmalar sonucunda, sürekli alkol alımının WKS patolojisinde rol oynadığı
belirtilmiştir. Patolojinin gelişiminde ise tiamin eksikliğinin kümülatif birikiminin
temel etmen olduğu düşünülmektedir. Alkolün hem tiamin metabolizması (emilimi,
aktif hale gelmesi, dokularda kullanımı) üzerindeki olumsuz etkileri hem de dışarıdan
alınan tiaminin yetersizliği (kötü beslenme), alkoliklerde sürekli bir tiamin eksikliğine
yol açmaktadır (Carlen ve ark., 1981; Jacobson ve Lishman, 1987,1990; Shimamura, 1998).
Sendromdaki serebellar patolojinin tiamin eksikliğine bağlı geliştiği de gösterilmiştir.
Serebellum purkinje hücrelerindeki ve nöronlarındaki kaybın, enerji
metabolizmasındaki hasarlanmaya (tiamin eksikliği sonucu) bağlı geliştiği düşünülmektedir
(Butterworth, 1993). Bu literatür bilgileri ışığında hastalarımızdaki kortikal,
serebellar ve vermis atrofisi beklenen sonuçtur. Hastalarımızın % 50’sinde
serebellar ve vermis atrofisi saptanmıştır. Alkolik bir seri olmayan hastalarımızın
bulguları, serebellar patoloji gelişiminin temelinde alkolün toksik etkilerinden çok,
tiamin eksikliğinin olduğu hipotezini desteklemektedir.
Dört hastada
birinci yıl kontrol MRG incelemesi yapılmıştır. Bu hastalardan ikisinde ilk
incelemede saptanmayan, belirgin serebellum ve vermis atrofisinin geliştiği görülmüştür.
Birinde her iki incelemede de atrofi saptanmamış, diğerinde ise ilk incelemede var olan
vermis atrofisi birinci yılda artmış ve aynı zamanda serebellar atrofi gelişmiştir.
Bu bulgular üç hastadaki kalıcı ağır gövde ve ekstremite ataksisi ile uyumludur.
Atrofisi olmayan hastanın başlangıçtaki WA bulguları ise izlemde tamamen düzelmiştir.
Ayrıca bu hastalardan sadece birinde ilk incelemede saptanan Hİ’lerin birinci yıl
kontrol MRG incelemesinde kaybolduğu gözlenmiştir.
Sekiz WKS’li
hastanın, dördünde mamiller cisim atrofisi saptanmıştır. Bu hastaların beşinin
incelemesi ilk haftada yapılmış (6 ve 7. gün), ikisinde hafif atrofi saptanmıştır.
Birinci ayda incelemesi yapılan üç WKS hastasının ikisinde mamiler cisimlerde atrofi
mevcuttur. Literatürde erken mamiller cisim atrofisi birinci hafta (alkolik WA) ve ikinci
haftada yapılan kontrol incelemesinde (alkolik olmayan WA) bildirilmektedir (Scroth ve
ark., 1991; D’Aprile ve ark., 1994). İlk hafta içinde inceleme yapılan beş
hastamızın ikisinde mamiller cisim atrofisi olup, üçünde olmaması dikkat çekicidir.
Ancak benzer klinik tabloda olan hastalarımızın hepsinde WA’nın aynı süre içinde
geliştiği söylenemez. Bu beş hastanın bazılarında kliniğin başlangıcının 2-3
hafta öncesine kadar uzanabileceği söylenebilinir. Bir başka açıdan
değerlendirirsek, en fazla iki hafta öncesine kadar öyküsü olan WA hastalarında
yapılan bir çalışmada mamiller cisim atrofisi 6/15 oranında saptanmıştır (Antunez
ve ark., 1998). Ağır amnestik sendromu olan ve ilk haftada mamiller cisim atrofisi
saptanmayan üç hastamızda incelemenin erken dönemde yapıldığını düşünmekteyiz.
Çünkü ikinci haftadan sonra incelemesi yapılan üç WKS hastasından ikisinde mamiller
cisim atrofisi saptanmıştır. Atrofisi olmayan bir hastanın ise kliniği diğerlerinden
daha hafiftir ve birinci yıl sonunda günlük yaşantısını etkilemeyen, ancak nöropsikolojik
testlerle ortaya konabilen amnezisi vardır.
Kontrolleri
yapılabilen dört WKS hastasının birinde altıncı günde yapılan ilk incelemede
saptanmayan mamiller cisim atrofisi belirgin olarak gelişmiştir. Birinci ay
incelemesinde hafif atrofisi olan iki hastada ise daha ağır hale gelmiştir. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi birinci ayda mamiller cisim atrofisi olmayan WKS hastasının,
birinci yılda da MRG’sinde hiçbir patolojik bulgu yoktur. Bu hasta klinik olarak da
tama yakın düzelme göstermiştir. Sonuç olarak aynı koşullarda WA gelişen, ancak
incelemeleri farklı dönemlerde yapılabilen hastalarımızın MRG bulgularının
klinikleri ile uyumlu olmasının, WA ve WKS’de görüntüleme ile klinik arasındaki
korelasyonu yansıttığını söyleyebiliriz.
Diğer Bulgular
Oftalmik Bulgular: Nutrisyonel optik nöropatinin, uzun süreli
kötü beslenme koşullarına maruz kalan toplama kamplarındaki savaş esirlerinde
(Spillane ve Scott, 1945; Denny-Brown, 1947; Smith ve Woodruff, 1951; Adamson ve Judge,
1956; Cruickshank, 1976; Gill ve Bell, 1982), kuşatma altındaki Madrid’lilerde
(Peraita, 1946), tropikal ve subtropikal bölgelerde (Román ve ark., 1985; Román, 1998) ve Küba
gibi ekonomik ambargo uygulanan ülkelerde (Thomas ve ark., 1994; Román ve ark., 1995) geliştiği
bildirilmiştir. Batı dünyasında alkoliklerde gözlemlenmesi nedeniyle önceleri
alkolün toksik etkilerine bağlı geliştiği düşünülse de günümüzde vitamin ve
nutrisyonel eksikliğin etiyolojide rol oynadığı bilinmektedir. Nutrisyonel optik nöropatide
iki yanlı görme kaybı gelişmektedir. Hastalarda optik diskin normal olduğu, nadiren
temporal solukluk gözlenebileceği bildirilmiştir. Ambliyopi bulgularının yeterli
beslenme ve vitaminlerin verilmesiyle hızla düzeldiği belirtilmektedir. Tedavi
öncesindeki ambliyopi süresi ile ambliyopinin şiddetinin, iyileşmenin derecesini
belirleyeceği de not düşülmüştür (Dreyfus, 1983; Adams, Victor ve Ropper, 1997).
Hastalarımızın
uzun süreli yetersiz beslenme koşullarından farklı olarak kısa süreli tam açlık
durumu mevcuttur. Grup IA katılımcılarının % 27’sinde, Grup II hastalarımızın
ise on dördünde (% 78) görmede azalma yakınması mevcuttur. Grup II hastalarımızda
ayrıca retinal hemoraji (üç hasta), papilla solukluğu (on bir hasta), papilla
sınırlarında siliklik (altı hasta) saptanmıştır. Fundus patolojisi olan bu hastalar
açlığın bitiminden hemen sonra değerlendirilenlerden oluşmaktaydı. Hastaların hem
görme kayıpları, hem de fundoskopik bulguları ilk hafta içinde çok belirgin düzelmişti.
Onuncu günde tekrarlanan oftalmoloji konsültasyonunda sadece üç hastada başlangıca göre
belirgin azalmış fundus anomalileri saptanmıştır.
Ambliyopi lehine
değerlendirdiğimiz bu oftalmik bulgular literatürde bildirilenlerle uyumlu olmakla
birlikte fundus anomalileri hastalarımızda daha belirgindi. Literatür bilgileri ile karşılaştırıldığında
hastalarımızın ambliyopili kalış süreleri oldukça kısa olmasına rağmen
bildirilenlerden daha ağır bulgular gözlenmiştir. Ancak hastalarımızda tam ve
hızlı bir düzelme seyri mevcuttur. Bu gözlem sonucunda hastalığın şiddetinden çok
tedavinin erken dönemde başlatılmasının daha önemli olabileceği düşünülmüştür.
Üzerinde düşünülmesi
gerekli bir diğer nokta ise en ağır bulguları olan ve başlangıçta acil dahiliye
ünitesinde izlenen hastalardaki gözlemimizdir. Bu ünitede kaldıkları süre içinde
hastalarımıza dengeli bir yeniden beslenme başlatılamamıştır. Ancak yüksek
miktarda B kompleks vitaminleri damar yoluyla verilmiştir. Bu beş günlük sürede ise
hastaların ambliyopi bulgularında çok belirgin düzelmeler gözlenmiştir. Hatta ancak
ışığı seçebilecek düzeyde ileri görme kaybı olan bir hastamız gazete okuyabilir
hale gelmiştir.
Literatürde
sendromun gelişiminde birçok vitaminin rolünün olabileceği düşünülse de halen
etiyolojisinde vitaminler ve diğer besin maddelerinin eksikliğinin olduğu
belirtilmektedir. Strain ve ark. (1990), hayvanlarda tiamin eksikliği ile yaratılan
polioensefalomalazi ile körlük derecesindeki görme kaybının ve patolojik VEP
bulgularının sadece tiamin verilmesiyle çok hızlı ve tam olarak düzeldiğini
bildirmişlerdir. Optik nöropatinin tiamin eksikliğine bağlı geliştiği yönünde
yeterli literatür bulunmamasına rağmen hastalarımızda B kompleks vitaminlerinin
yoğun verilmesi ile gözlemlenen düzelme sonucunda, ambliyopinin etiyolojisinde B
kompleks vitaminlerinin eksikliğinin veya daha da özelinde tiamin eksikliğinin rolünün
olduğu söylenebilir. Sonuç olarak, gözlemlerimiz ambliyopinin etiyolojisinde genel
beslenme eksikliğinden öte vitamin eksikliğinin olduğunu savunanları desteklemektedir.
Başlangıçta
stuporöz olan ve yakınmasını ifade edemeyen iki hastada konjuktivit saptanmıştır.
Ayrıca üç hasta da gece körlüğünden yakınmaktadır. Bu hastaların yakınmaları
ilk iki hafta içinde tamamen düzelmiştir. Açlık bitiminde dokuz hastada ölçümü
yapılan A vitamini düzeyleri 13.11±4.7 mg/ml (N:50-120 mg/ml) olarak çok düşük
saptanmıştır. Yeniden beslenmenin birinci haftasında tekrarlandığında ise halen
normal sınırın altında olduğu görülmüştür (29.11±8.4 mg/ml). Perlman ve
ark. (1980), A vitamininin verilmesini takiben çomak ve konilerin fonksiyonlarının
hızla geri döndüğünü, ancak elektrofizyolojik olarak tam düzelmenin yaklaşık yedi
ay kadar sürdüğünü belirtmişlerdir. Hastalarımızdaki klinik düzelmeye rağmen A
vitamin düzeylerinin halen normalin altında değerlere sahip olması, A vitamini
tedavisine verilen hızlı cevabı göstermektedir. Yeterli A vitamini verilmesine rağmen
halen ihtiyacın devam etmesini ise açlık sürecinde iyice küçülen metabolizmanın,
yeniden beslenme ile olan artışıyla açıklayabiliriz.
Hastalarımızda
VEP ve ERG incelemeleri klinik bulguların belirgin derecede düzeldiği ikinci haftadan
sonra yapılabilmiştir. pVEP inceleme sonuçları sağlıklı kontrollerle
karşılaştırıldığında N2-P2 dalga latanslarının istatiksel anlamlı uzamış
olduğu saptanmıştır. pVEP incelemesinde 60 dakikalık büyük karelere karşı elde
edilen yanıttaki N2 dalga yanıtlarının genliği (amplitüd) ile fVEP P2 dalga genliğinde
kontrollere göre istatiksel anlamlı düşme de gözlenmiştir. Bu bulgularla
hastalarımızdaki optik sinir tutulumunun klinik olarak düzelme olsa bile
elektrofizyolojik olarak devam ettiği söylenebilir.
Hastalarımızdaki
ERG incelemelerinde, “a” ve “b” dalgaları amplitüd ve latanslarında
kontrollerle karşılaştırıldığında belirgin istatiksel anlamlı düşüş gözlenmiştir.
Yapılan inceleme fotoptik bir değerlendirmedir ve daha çok retina koni reseptör
hücrelerinin cevabını içermektedir.
Bankson ve Russell (1985), okuler A vitamini düzeyi normal ölçülen protein-enerji
malnütrisyonlu tavşanlarda, plazma protein düzeyindeki azalmaya paralel olarak ERG
incelemesinde “a” ve “b” dalgalarının küçüldüğünü gözlemlemişlerdir. Görme
fonksiyonundaki bozulmanın protein düşüklüğüne bağlı olabileceğini
belirtmişlerdir. Strain ve ark. (1988) tiamine cevaplı körlüğe yakın ambliyopisi
olan hayvanlarda ERG’nin normal olmasına rağmen patolojik VEP bulgularının
saptandığını belirtmişlerdir. Hastalarımızda periferik aydınlatmadan sorumlu olan
çomak reseptör hücrelerini değerlendiren daha ayrıntılı ERG incelemesi
yapılamamıştır. Gece körlüğü yakınması olan ve A vitamin düzeyleri ileri
derecede düşük saptanan, aynı zamanda ağır malnütrisyonlu hastalarımız için
retinal patolojinin etiyolojik ayrımını yapmak zordur. Ancak, hastalarımızda
saptadığımız retinal patolojide, A vitamin eksikliği yanısıra ağır malnütrisyonun
katkısının olduğu kanısındayız. Ayrıca, tiamin eksikliğinin retinal patolojide
rolünün olmadığı söylenebilir.
Vestibüler-Akustik
Bulgular: Grup IA katılımcılarının
% 37’sinde, Grup II hastalarımızın ise on altısında (% 89) ses hassasiyeti ve
tinnitus yakınması mevcuttu. Bu yakınmalar hastaların tümünde günler içinde azalma
eğilimi göstermiş, bir bölümünde ikinci hafta sonunda tamamen kaybolmuştur. Birinci
yıl sonunda Grup II hastalarımızın üçünde tinnitus kalıcı olmuştur. Bir hastada
ise 10. aydan sonra tekrar başlamıştır. Grup II’de beş (dördü Grup IA’da yer
alan hastalardan), Grup IA’da ise beş hastada olan işitme azalması ilk haftalarda
tamamen düzelmiştir. Bu hastalardan üçü gürültülü ortamlarda ve yüksek sesle
konuşulduğunda kendilerine söylenenleri anlamadıkları biçiminde yakınmalarını
belirtmişlerdir. Bir hasta dışında on dört hastada odiyogram normal sınırlar içinde
değerlendirilmiştir. Patolojik saptanan hastanın ise iki yanlı orta derecede sensori-nöral
tipte işitme kaybı mevcuttur. Odiyogramlarda dört hastada normal sınırlar içinde
kabul edilebilecek derecede olan tiz frekanslarda kayıp gözlenmiştir. Bütün hastaların
öykülerinde belirgin tinnitus yakınması olmasına rağmen ancak bu dört hastada
tinnitus kalıcı olmuştur. BAEP incelemesi yapılan on beş hastadan sadece birinde
patolojik bulgu saptanmıştır. Bu hastada, solda hafif bir beyin sapı tutulumunu düşündürebilecek
olan sol III. ve V. interpik latanslarının hafif uzunluğu (2.8 ms) mevcuttur.
Baloh ve Jacobson
(1996), VIII. kranyal sinirin odituar divizyonu veya koklear lezyonlara bağlı gelişen
sensorinöral işitme kaybı olduğunda, tipik olarak düşük frekanslı tonların yüksek
frekanslılardan daha iyi duyulduğunu belirtmişlerdir. Hastaların yakınmaları ise gürültülü
ortamlarda, yüksek ses tonuyla olan konuşmayı ayırt edemedikleri biçiminde olmaktadır.
Ayrıca yüksek frekanslı tinnitus ile sensorinöral işitme kaybının klinik olarak
birlikteliği bilinmektedir (Baloh ve Jacobson, 1996). Hastalarımızın sensorinöral işitme
kaybındakine benzer yakınmalarının olması, bir hastada odiyogramla dokümante edilen
sensorinöral işitme kaybı ve yüksek frekanslı tinnitus ile sensorinöral işitme
kaybının birlikteliğinin tümü düşünülecek olursa hastalarımızda VIII. kranyal
sinirin özellikle koklear veya odituar divizyonunda tutulum olduğu düşünülebilir.
Ancak laboratuvar olarak bu durum dokümante edilememiştir.
Literatürden tam
açlık koşullarında akustik tutulumla ilgili yeterli bilgi elde edilememiştir. Ancak
uzun süreli yetersiz beslenme durumlarında gelişen sensorinöral işitme kaybı ve
tinnitus bildirilmektedir. Ylikoski ve ark. (1981), nutrisyonel eksikliği olan kronik
alkolik bir hastanın, periferik nöropati ve işitme kaybının olduğunu, biyopsisinde
ise koklear ve vestibular sinir liflerininde wallerian dejenerasyon saptandığını
bildirmişlerdir. Bu patolojik değişimi nutrisyonel etiyolojiye bağlamışlardır. Uzun
yıllar sonrasında halen tinnitus yakınması devam eden savaş esirlerinin
odiyogramlarında tiz frekanslarda kayıplar bildirilmiştir (Geoffrey ve ark., 1982;
Walters ve ark., 1971). Hastalarımızın odiyogramlarından yeterli benzer bulgu elde
edilememiştir.
Sonuç olarak
hastalarımızda nutrisyonel ve vitamin eksikliğinin VIII. sinir fonksiyonları üzerine
olumsuz etkisinin olduğunu düşündürecek semptomlar olsa bile destekleyecek
laboratuvar bulguları elde edilememiştir.
Başlangıçta
dört hastada olan vertigo yakınması bir hastada düzelmiş, üçünde ise kalıcı
olmuştur. Yakınması çok belirgin iki hastada antivertijinöz ilaçlara cevap alınamamıştır.
Hastaların yakınmalarında 10-14. haftalarda gözlemlenen bir miktar azalmada, aynı dönemde
başlanan Buscopanın (Hiyosin-N-butil bromür) etkisinin olup olmadığı ise ayırt
edilememiştir. Bu iki hastaya yapılan elektronistagmografi incelemesinde; birinde solda
diğerinde ise iki yanlı vestibuler cevapta azalma (kalorik hipoeksitabilite)
saptanmıştır.
WA’da vestibuler
nükleusun tutulduğu bilinmektedir (Victor, Adams ve Collins, 1971; Troncoso ve ark.,
1981; Witt ve Goldman-Rakic, 1983; Butterworth ve ark., 1986). Hatta tiamin eksikliği
geliştirilerek yapılan hayvan çalışmalarında vestibuler nükleusun ağır
tutulumunun, eksikliğin ilk döneminde ortaya çıktığı bildirilmiştir (Vortmeyer ve
Colmant, 1988). Furman ve Becker (1989) iki WA hastasında vestibuler cevabı hipoaktif
bulmuşlardır. Tiamin tedavisiyle her iki hastada cevapta düzelme olmasına rağmen
bozukluk kalıcı olmuş ve bu durum vestibular nükleus hasarının vestibulo-okuler
refleks üzerine kalıcı etkisi olarak değerlendirmiştir. Probst (1983), sekiz WA
hastasında nörootolojik bulguların tümünü değerlendirmiş, odiyogram ve BAEP
incelemelerinin normal olduğunu belirtmiştir. Kronik dönemde yaptığı testlerde ise
bakış yönüne vuran nistagmus ile optokinetik nistagmus ortaya çıkarmıştır. Bu
çalışma sonucunda hastalığın kronik döneminde de nörootolojik değerlendirmenin
tanısal değeri olduğunu belirtmiştir. Victor, Adams ve Collins (1971)
monograflarında, tiamin tedavisi başlangıcında kalorik testle ölçülen vestibüler
fonksiyonun hastaların tümünde bozuk olduğunu, ilk hafta içinde iyileşmenin
başladığını ve tam düzelmenin nadir olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca
hastalarında odiyometrinin normal olduğunu da bildirmişlerdir. Hastalarımızda başlangıçta kalorik testler yapılamasa da
birinci ayda ENG incelemesi yapılan iki hastadaki kalorik hipoeksitabilite tiamin
tedavisine rağmen halen vestibuler nükleus tutulumunun devam ettiğini göstermektedir.
EEG Bulguları
Hastalarımızın
ilk dönem incelemeleri sonucunda beş hastada (% 27.8) patolojik EEG bulguları
saptanmıştır. Bu bulgular bilateral frontal bölgelerde hafif yavaş aktivite
şeklindedir. WA kliniği de en ağır olan bir hastada ise frontallerde belirgin, yaygın
yavaş aktivite saptanmıştır. Sekiz hastada ise normal sınırlar içinde kabul edilen
temel aktivite düzensizliği veya seyrek teta dalgaları mevcuttur. Birinci yıl sonunda
tekrarlanan incelemelerde üç hastada patolojik EEG bulgularının olduğu görülmüştür.
Üç hastadaki bulgular temporal veya fronto-temporal hafif yavaş aktivite şeklindedir
ve hiperventilasyonla anomalide artış gözlenmektedir. Beş hastada da normal sınırlar
içinde kabul edilen seyrek teta dalgaları mevcuttur.
Victor, Adams ve
Collins (1971) monograflarında hastaların yaklaşık yarısında ılımlı veya orta
derecede yaygın yavaşlama biçiminde patolojik EEG bulguları saptadıklarını
bildirmişlerdir. Bazı hastaların ağır WA klinik bulgularına sahip olmalarına
rağmen EEG incelemelerinin normal bulunduğunu da vurgulamışlar ve EEG bulgularının
beyin metabolizmasındaki azalmanın derecesini veya bilinç bozukluğunun
ağırlığını, lezyonların
lokalizasyonunu yansıtmadığını belirtmişlerdir. Literatürde temel aktivitede yavaşlama
yanısıra yaygın keskin ve yavaş dalga kompleksleri, yaygın teta ve deltalar da
bildirilmiştir (Martinez-Barros ve ark., 1994). Çeşitli nedenlerle bildirilmiş
değişik derecelerde WA kliniğine sahip olguların EEG incelemelerinde; normal (Parkin
ve ark., 1991; Gropman ve ark., 1998), yaygın yavaş aktivite (Devethasan ve Koh, 1982;
Yokote ve ark., 1991; Doraiswamy ve ark., 1994; Shimamura ve ark., 1998), yavaşlamış
temel aktivite zemininde alfa dalga paroksisizmleri (Kitaguchi ve ark., 1987)
saptanmıştır.
Hastalarımızda
başlıca patolojik EEG bulguları frontal, fronto-temporal bölgelerdeki hafif derecede
yavaş aktiviteden oluşmaktadır. Paroksismal epileptiform anomali hiçbirinde
gözlenmemiştir. Bir yıl sonunda klinik düzelmeye az çok paralel olarak tüm patolojik
EEG bulguları da bir dereceye kadar düzelme göstermiştir. Patolojik EEG’lerin
dağılımı ile klinik tabloların dereceleri arasında istatiksel anlamlı ilişki
bulunamamıştır. Aynı şekilde ilk incelemeler ile birinci yıl klinik tablolar
karşılaştırıldığında prognozu belirleme açısından da anlamlı ilişki
kurulamamıştır.
Hastalarımızın
sonuçları ve literatür bilgileri karşılaştırıldığında, en fazla bildirilmiş
olan yaygın yavaş aktiviteler hastalarımızda da patolojik olarak saptanan bulgudur.
Aynı zamanda Victor, Adams ve Collins’in belirttiği gibi patolojik EEG bulguları
hastaların klinik tablolarından bağımsız olarak dağılım göstermiş ve bazı
ağır hastalarda normal incelemeler elde edilmiştir. Sonuç olarak, Martinez-Barros ve
ark., (1994) belirttiği gibi EEG tanıda yardımcı bir incelemedir. Ancak hem kesin
tanı için hem de klinik izlem için çok uygun bir inceleme olarak görülmemelidir.
EMG ve EP Çalışmaları
Nutrisyonel
eksiklikler, santral olduğu kadar periferik sinir sistemini de etkilemektedir.
B grup vitaminlerin, özellikle tiamin eksikliğinin nöral
zararlanmanın major sebebi olduğu bilinmektedir. Nutrisyonel eksikliğe bağlı gelişen
sendromlar özellikle esansiyel vitaminlerin kronik olarak alımının azalmasıyla ortaya
çıkmaktadır (Bkz; Genel Bilgiler ilgili bölüm). Literatürde bildirilmiş WKS
hastalarının çoğunluğunda ılımlı-orta derecede periferik nöropati mevcuttur.
Bununla birlikte besinsel alımın uzun süreli ve yoğun eksikliğinin nöromuskuler
etkilerini inceleyen ve bizim hastalarımızdakine benzer az sayıda vaka bildirimi
mevcuttur (Mattson ve Lecocq, 1968; Devathasan ve Koh, 1982; Slettebo ve ark., 1982).
Gelişmiş
ülkelerde nutrisyonel eksikliğe bağlı periferik nöropatiler en sık alkoliklerde görülmektedir (Victor, Adams ve Collins,1971; Victor, 1984;
Windebank, 1993). Geri kalmış ülkelerdeki uzun kıtlık dönemleri, toplama kamplarındaki
savaş esirlerinin yetersiz beslenme durumları besinsel polinöropatilerin diğer
nedenleri olarak görülmektedir (Spillane ve Scott, 1945; Clarke ve Sneddon, 1946;
Cruickshank, 1946; Simpson, 1946; Thomas ve ark., 1995). Bu duysal-motor yada sıklıkla
duysal polinöropatiler bazen sinir sisteminin diğer bölümlerinin tutulumuyla ilgili
semptomlarla (santral sinir sisteminin uzun yolları, optik sinir) veya diğer
organlardaki (deri, KVS) bulgularla birlikte gözlenmektedir. Alkolik ve nutrisyonel
polinöropatili erişkin vakalardaki histopatolojik ve elektrofizyolojik bulgular ise
genellikle duysal ve motor aksonal dejenerasyonla uyumludur (Windebank, 1993). Diğer
taraftan, çocuklarda görülen PEM’de myelin kılıflarındaki tipik histopatolojik
değişikliklerle belirgin derecede düşmüş sinir ileti hızları (NCV) mevcuttur. Malnütrisyonda
iskelet kaslarında gözlemlenen ana morfolojik anormallik ise en sık kontraktil
elemanların etkilenmesiyle ortaya çıkan kas lifleri hacminde azalmadır (Cruickshank,
1946; Dastur ve ark., 1982; Chopra ve ark., 1986).
Birçok nutrisyonel
polinöropatide, sıklıkla uzun süreli yetersiz beslenme ve ağır fiziksel aktivite
belirleyeci olmaktadır (Asthley ve Clarke, 1946; Cruickshank, 1946; Simpson, 1946; Thomas
ve ark., 1995). Bizim hastalarımızın, bildirilen diğer vakalara göre biraz farklı
koşulları vardır. Çünkü herhangi bir iş yapmaya zorlanmadan nispeten kısa süreli
ve hemen hemen tam bir besin eksikliği yaşamışlardır. Bu hastalarda nörolojik
tutulumun serebral bileşeni olan WA/WKS, ağır bulguları ve uzun süreli kalıcı
sekelleriyle klinik görünümde hakimdir. Nöromuskuler sistem hasarını gösteren
klinik bulgular ise kas erimesi, güçsüzlük ve hastaların önemli bir kısmında gözlemlenen
(konfüzyon ve bilinç bulanıklığı nedeniyle yeterli değerlendirilememiş olsa da)
duysal yakınmalardır. Ayrıca küçük bir bölümünde derin tendon reflekslerinde
azalma bulunmuştur. Hastalarımızdaki bu bulgular nispeten kısa bir nutrisyonel terapi
sonrasında tamamıyla kaybolmuştur. Bu gözlem sonrasında, hastalarımızın
koşullarındaki açlık döneminde belirgin miktarda aksonal kayıba yol açan periferal
nöropati gelişmediği düşünülmüştür.
Uzun süreli açlık
grevinde olan ve vücudları ağır yıkıma uğramış hastalarımızda, nöromuskuler
tutulum değerlendirmede kullanılan sinir ve kas biyopsisi araştırmalarını potansiyel
zararlarından dolayı tanısal yöntem olarak kullanmaktan kaçınılmıştır. İğne
EMG incelemesi de, üç hastada normal bulunduktan sonra, aynı nedenlerle terk
edilmiştir. Fakat bu üç hasta en yüksek serum kreatinin kinaz düzeylerine sahip olan
hastalarımız değillerdi. Bu nedenle etkilenmiş kaslarda gözlemleyebileceğimiz bazı
EMG bulgularını da muhtemelen kaçırmış olduk. Bir yıl sonra, daha geniş bir grupta
yapılan iğne EMG incelemelerinde sporadik patolojik spontan aktivite gözlenmiştir.
Hastalarımızda bir yıl sonrasında anormal spontan aktiviteler olmasına karşın motor
ünitelerin şekil ve interferans paternlerinde hemen hemen hiç anormallik olmaması yüzünden
bu bulguları sinir ve kas hasarı başlangıcı olarak kabul etmek zordur. Dahası
nutrisyonel eksikliğin histopatolojik özelliklerinin major bileşenlerinin, kasdaki
nekroz ve denervasyonel değişiklikler olmadığı bilinmektedir (Dastur ve ark., 1982).
Sonuç olarak, hastalarımızda ortaya çıkan bulgularla spontan aktivitenin nedensel bir
açıklamasını yapmak zordur.
Yukarıda
bahsedilen eksikliklere rağmen, NCV ve EP çalışmalarımız, uzun süreli ve yoğun
nutrisyonel eksikliğin nöromuskuler sonuçları hakkında değerli bilgiler
sağlamıştır. Uzun dönem açlık çeken gruplar üzerinde detaylı NCV çalışmaları
nadirdir. Eski yıllarda yapılmış bir çalışmada, Mattson ve Lecocq (1968) obesite
tedavisi amacıyla aç bırakılan yirmi üç erkek ve üç kadın olgunun, 14-28 gün
açlık sürecinin başlangıcında ve bitiminde motor NCV’lerini ölçmüşlerdir. Bu
çalışmada altı olguda parestezi, bir olguda ise düşük ayak bulgusu gelişmiş olsa
da NCV’lerin ortalama değerleri ve değer aralıkları başlangıç ve açlık sonrası
için istatiksel anlamlı değişiklik göstermemiştir. Slettebo ve ark. (1984),
anoreksiya nervosa ve histerik nevroz hastaları üzerinde ayrıntılı histopatolojik ve
elektrofizyolojik çalışma yapmışlardır. Baskın olarak “tip 2” liflerinin
tutulduğu hastalarda, her iki kas lifi tipinin belirgin derecede azalmış olduğunu
bildirmişlerdir. Hastalarında polinöropati kliniği ile asosiye olarak BMI ve kas lifi
hacminde birlikte azalma eğilimi görülmektedir. Hastalarının dördünde, klinik ve
nörografik denervasyon bulguları olmaksızın, denervasyon atrofisini andıran küçük
angule lif gruplarının olduğunu belirtmişlerdir. Değerlendirilen tüm sinirlerde
motor NCV’leri kontrollerden daha yavaş bulmuşlardır. Ancak farkın çok küçük
olduğunu ve sadece birkaç sinir segmenti için istatiksel anlamı olduğunu
belirtmişlerdir. Ayrıca kas lif hacminde azalmayla
birlikte kas cevabında da düşme gözlemlemişlerdir. Sonuç olarak; kaşektik
hastalardaki kas cevabındaki azalmanın, kas atrofisi, kaslardaki belirgin
değişiklikler ve periferik sinirlerdeki hafif-orta düzeydeki fonksiyonel bozukluklardan
dolayı olduğu düşünülmüştür.
Hastalarımızda görülen
en belirgin bulgulardan biri de motor NCV çalışmalarında distal uyarımla elde edilen
CMAP’ların istatiksel olarak belirgin olan amplitüd kaybıdır. Birinci yıl sonunda
da gözlemlediğimiz bu bulgunun primer olarak kas değişikliklerinden
kaynaklandığını düşündük. Çünkü nöromuskuler tutulumu gösteren klinik belirti
ve bulgular, akson kaybı nöropatisi ile uyumsuz bir hızda düzelmişti. Dahası,
kısıtlı sayıdaki hastadaki iğne EMG bulguları, denervasyonu gösteren herhangi bir
bulgu vermemişti. Sinir uçlarındaki demyelinizan lezyonlar bu düşük amplitüdlü
CMAP’ları oluşturabilirler. Ancak, bu tür lezyonlara eşlik etmesi gereken motor
distal lataslarda istatiksel anlamlı uzama hastalarımızda saptanmamıştı. Bu nedenle,
Slattebo ve ark. (1984) tarafından da yorumlandığı gibi düşük amplitüdlü CMAP’ların
kas liflerinin çap kaybına yol açan geri dönüşümlü değişiklikler sonucunda
oluştuğu en uygun açıklama olarak görünmektedir. Bu bulgular yoğun bakımdaki akut
myopatili vakalarla bazı benzerlikler taşımaktadır. Periferik sinir hasarından
ziyade, asıl olarak kas tutulumu gösteren bu hastalarda nispeten korunmuş motor ileti
hızı ve duysal aksiyon potansiyelleri ile birlikte düşük amplitüdlü kas cevabı alınmaktadır (Zochodne ve ark., 1994; Lacomis ve
ark., 1996).
Hastalarımızda
ayrıca hafif bir periferik sinir tutulumunu ortaya koyan bulgular mevcuttur. Tablo 50’de
de görüldüğü gibi motor iletim hızlarında, motor ve duysal distal latanslarda ve
duysal aksiyon potansiyel amplitüdlerinde hafif bozukluklar mevcuttur. Bununla birlikte
kontrol grubuyla karşılaştırmalarda bu parametreler için istatiksel anlamlı
farklılık bulunmamıştır. Diğer yandan, servikal ve lomber kök uyarımıyla elde
edilen kas cevabında gecikmeler ve F dalga latansları kontrol grubu ile
karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı derecede uzamış bulunmuştur. Bu
bulgular, ancak uzun mesafeden kaydedildiğinde belirgin olarak gösterilebilen, motor
sinir liflerinin iletim hızlarında hafif yavaşlamanın göstergesidir. Benzer bulguları
duysal lif tutulumunu göstermesi gereken SEP çalışmalarında göremedik. Bu durumun
çalışmamızda yeterli periferik ve spinal kayıtların (özellikle tibial SEP) olmamasından
kaynaklanması muhtemeldir. Dolayısıyla SEP çalışmaları sonuçlarımızın duysal
lif hasarının olmadığının kanıtı olarak kabul edilmemesi gerekmektedir. Duysal
sinir aksiyon potansiyel amplitüdleri, düşük BMI değerli hastalarımızda daha yüksek
bulundu; bu da muhtemelen subkutan veya yağ dokusu miktarıyla ilişkiliydi (Buschbacher,
1998). Anoreksiya nevrosa vakalarında Slettebo ve ark. (1984) “bilinmeyen nedenlerden
dolayı polinöropatili vakalarda duysal amplitüdlerin aslında biraz daha yüksek olduğunu” söylemişlerdir. Her ne kadar hastalarımızın
karşılaştırmasında istatiksel olarak belirgin bir fark bulunmasa da, hafif derecede düşük amplitüdlü duysal
aksiyon potansiyelli beş hasta için duysal sinir lif tutulumlu oldukları söylenebilir.
MEP çalışmalarında,
alt ekstremite kaslarından kayıtlarda santral ileti zamanında hafif ancak istatiksel
anlamlı uzama, santral sinir sisteminin uzun inen yollarında hafif tutulum olduğunu göstermektedir.
Çünkü bu bulgu ancak uzak mesafelerden kaydedildiğinde elektrofizyolojik olarak da
ortaya çıkmaktadır.
Yetersiz SEP
teknikleri spinal yükselen yolların bütünlüğü hakkında bir karar vermemizi
engellemiştir. Çünkü tibial SEP’lerde kortikal latans uzamasına duysal sistemlerin
periferik ve santral bileşenlerinin göreceli katılımları ayırt edilememiştir.
İnceleme tekniklerinin yetersizliğine rağmen SEP çalışmaları göstermiştir ki uzun
dönem açlık grevlerinde nörolojik hasara periferik ve/veya santral (posterior
kord-lemniskal) duysal sistemin geniş
lifleri de katılmaktadır.
Sonuç olarak; yoğun
bir besin yoksunluğu sonrasında ele aldığımız, santral sinir sistemi tutulumunun açık
bulgu ve belirtilerini gösteren hastalarımızda, hızla geri dönen kas atrofisi, kas
güçsüzlüğü ve motor NCV çalışmalarında elde edilen düşük amplitüdlü CMAP’lar
belli başlı nöromuskuler tutulumun kaslarda olduğunu göstermiştir. Hastalarımızda,
uzak mesafelerden kaydedilen motor cevaplarda belirgin olmak üzere, periferik sinirlerin
hafif fonksiyonel tutulumunun varlığını gösteren elektrofizyolojik bulgular da
mevcuttur. Ayrıca santral sinir sistemi inen motor (ve belkide çıkan duysal) yolları
da hafif derecede tutulmuştur.
Yeniden Beslenme ve
Metabolik Bulgular
Giriş biyokimyasal
inceleme sonuçlarının değerlendirmesi: Serum elektrolit (Na, K, Cl, Ca, Mg) düzeylerinin,
- 4. gün ölçümlerinde düşük değerler saptanmıştır. Bu durum uzun süreli açlıkta
dışarıdan alımın kısıtlanmasının yanısıra, özellikle son dönemdeki sürekli
hale gelen kusmaların neden olduğu kaybın beklenen sonucudur. Açlığın uzamasıyla
organizma iyice küçülmekte, azot kaybını en aza indirmektedir. Bu nedenle hastalarda
serum BUN ve kreatinin düzeylerinin azalmış olması beklenmektedir. Dört hastada
saptanan artmış BUN değerleri rehidratasyonu takiben hızla düşmüştür. Bu durum
kusmaların da ağırlaştırdığı dehidratasyon sonucunda gelişen prerenal azotemiyi
yansıtmaktadır. Bu nedenle -4.gün BUN ve kreatinin değerleri ile hastaların BMI’leri
arasında korelasyon bulunmamıştır.
Uzamış açlıkta
kas yıkımı beklenen bir durumdur. Ancak metabolizma geliştirdiği adaptasyonlar
sonucunda kas yıkımını çok aza indirmektedir. Serum kreatinin fosfokinaz düzeyinin
artması kas yıkımının direkt göstergesidir. Hastaların üçünde saptanan kreatinin
fosfokinaz düzeylerindeki artış, bu hastalarda belirgin kas yıkımının olduğunu, bu
derecede uzamış açlıkta gelişen metabolik adaptasyonlara rağmen ağır kas
yıkımının gelişebileceğini göstermektedir.
Organizmada enerji
depolanması fosforlu bileşiklerle (ATP, ADP vd.) sağlanmaktadır. Fosfor düzeyinin düşük
bulunması organizma için enerji eksikliğinin göstergesidir. Fosfor düzeyi 7. günde
halen düşük seyreden üç hastadan biri en ağır hastadır ve en düşük fosfor değerine
sahiptir. Diğer hastalardan biri kas yıkımı en fazla olan hasta (CK düzeyi uzun süre
en yüksek kalan), bir diğeri ise oral polimetrik diyetin kısmi uygulandığı
hastadır. Üç hastanın her birinde belirtilen bu durumlarından dolayı enerji
gereksinimi 7. günde halen devam ettiği söylenebilir.
Açlığın
uzaması sonucunda gelişen katabolik süreç nedeniyle protein sentezi azalmaktadır.
Serum albumin ve total protein düzeyleri hastalarda BMI’leri ile paralel olarak azalmış
bulunmuştur. -4. gün albumin düzeylerinde rehidratasyonu takiben azalma gözlenmiştir.
Yeniden beslenme sürecinde ise yavaş bir artış sağlanmıştır. On ikinci gün
sonunda sadece en kötü iki hastada 3.5 gr/dl altında albumin düzeyi olması, malnütrisyon
derecesiyle laboratuvarın uyumunu göstermektedir.
Yeniden beslenme
süreci ve laboratuvar parametrelerinin değerlendirmesi: Protein metabolizmasındaki değişiklikler;
plazma BUN ve kreatinin (azot dengesi), protein ve amino asid düzeylerinin ölçümleri
ile indirekt olarak değerlendirilmiş, ayrıca kas kütlesi artışı, orta kol kas
çevresi (MAMC) ölçümleriyle izlenmiştir. BUN ve kreatinin değerlerinde beslenme sürecinin
ilk günlerinde hızlı bir yükselme gözlenmiştir. 4. günde ise tekrar düşüş, daha
sonraki günlerde ise yavaş progresif yükselme gözlenmiştir. Altmış dokuz gün gibi
ileri uzamış açlıkta organizmanın çok küçülmesi beklenmektedir. Bu nedenle
parenteral ve enteral nutrisyon organizmanın adaptasyonunu sağlamak amacıyla az
miktarlarda başlatılıp yavaş arttırılmıştır. İlk günlerdeki ani artış, çok
küçülen organizmanın hızlı cevabı olarak değerlendirilmiştir. Dördüncü günden
sonraki seyir ise pozitif azot bilançosunun sağlandığının, protein
katabolizmasının geri çevrildiğinin göstergesidir. CK düzeylerinde -4. gün ve 1.
gün ölçümlerinde değişiklik olmamış, ancak yeniden beslenmenin üçüncü ve
dördüncü günlerinden sonra azalma gözlenmiştir. Organizma adapteyken metabolizma
hızını değiştirmekte, yeniden beslenmeyle besi maddelerinin eksikliği
belirginleşmektedir. CK düzeylerindeki azalma dışarıdan yeterli amino asid ve diğer
besi maddeleri desteğinin sağlandığının, organizmadaki katabolizmanın tersine
çevrildiğinin göstergesidir. Dördüncü günde yapılan, 24 saatlik idrar kreatinin düzeyi
ölçümlerinde ise normalin altında değerler saptanmıştır. Bu düşük değerler
halen organizmanın pozitif azot bilançosunun tam sağlanamamasının sonucudur. -4. gün
ölçümlerindeki ürik asit, kolesterol, trigliserid, alkalen fosfataz değerlerinin
rehidratasyonu takiben azalmaları ise konsantrasyonun azalması ile açıklanabilmektedir.
Yeniden beslenme sürecinde
albumin ve total protein düzeylerinde artış gözlenmiştir. Yedinci gün yapılan
protein elektroforezinde sadece albumin ve beta fraksiyonu normalin altında bulunmuştur.
Bu durum protein sentezinde artışı göstermekle birlikte kısa ömürlü olan
prealbumin ve transferrin erken cevabı izlemek açısından daha değerlidir.
Hastalardaki erken safhadaki (6. günde) plazma prealbumin ve transferrin düzeylerindeki
istatiksel anlamlı artış organizmada protein katabolizmasının durdurulduğunun ve
yapım sürecinin başladığının açık bir göstergesidir. Ayrıca prealbumin ve
transferrinin aynı oranda artış göstermeleri de anlamlıdır (Bkz. Tablo 68).
Plazma amino
asidlerinin 1. ve 7. gün ölçülen düzeylerinde en belirgin alanin, arginin ve lizinde olmak üzere başlıca esansiyel amino asidlerde
istatiksel anlamlı artış saptanmıştır (Bkz.Tablo 67). Bu sonuçlar yeniden beslenme
sürecinde kas kitlesi desteğinin yeterli olduğunun göstergesidir. Alanin kaslar için
belirleyici amino asittir. Arginin ise bazı hormonlar üzerindeki olumlu etkisi yanında
immunolojik aktif metabolit nitrik oksid için ön maddedir. Özellikle pnömoni
enfeksiyonu gelişmiş olan hastalar için arginindeki bu artış immun fonksiyonun
yeterliliğinin ve iyileşmenin olumlu
göstergesidir.
Vitamin
düzeylerinin -1 ve 6. gün değerleri
karşılaştırıldığında; A vitamini, riboflavin ve karoten için saptanan istatiksel
anlamlı değişimler, E vitamininde gözlenmemiştir. Ancak tek başına değerlendirmesi
anlamlı olmayan E vitamini için gerekli diğer kriterler (kolesterol vd.) aynı zamanda
ölçülememiştir. A vitamini ve karoten düzeylerinde eşit orandaki değişim
istatiksel olarak ileri derecede anlamlı bulunmuştur. A vitamini eksikliği ve
belirleyicisi olan karoten düzeyindeki düşüklük nutrisyonel eksikliğin önemli
kriterlerindendir. Başlangıçta laboratuvar olarak saptadığımız A vitamini düşüklüğü,
hastaların göz muayenelerine de (kseroftalmi,
konjuktivit, gece körlüğü yakınması, vizyonda ileri derecede azalma) klinik olarak
yansımaktadır (Bkz. Tablo 29). Altıncı günde A vitamin düzeylerinde çok belirgin
istatiksel anlamlı artış olmasına rağmen normal değerlere ulaşılamamıştır.
Karoten düzeyi ise başlangıçta normal sınırlar içinde, 6. günde ise normalin altında
saptanmıştır. Hem A vitamini hem de karoten için yapılan yeterli desteğe rağmen
ihtiyacın devam ettiği açıktır. Organizma açlığa adaptif durumdayken beslenmenin
başlamasıyla destek ihtiyacı artmıştır. Yapılan yüksek orandaki desteğe, klinik
olarak göz bulgularındaki hızlı düzelme cevabına rağmen halen A vitamini ve karoten
düzeyinin düşük olması bunun göstergesidir. Karoten yeterli intestinal absorpsiyonun
yapılabilmesi için gerekli olan mukozal bütünlüğün sağlandığının
değerlendirilmesinde önemli bir kriterdir. Altıncı günde saptanan düşük karoten
düzeyi, hastalarda halen nutrisyonel eksikliğin devam ettiğini ve organizmanın daha
fazla desteklenmesi gerekliliğini göstermektedir.
Yeniden beslenme
sürecinde hastaların ağırlıklarındaki artışa paralel olarak BMI’leri de
artmıştır. Özellikle üçüncü hafta sonunda, başlangıca oranla istatiksel olarak
belirgin anlamlı artış gözlenmesi, uygulanan yeniden beslenme programının olumlu
sonucudur. MAMC ile değerlendirilen kas
kitlesi artışı erken dönemde yapılan (7. günde) ölçümlerde istatiksel anlamlı
bulunmamıştır. Üçüncü hafta sonu yapılan değerlendirmede ise enteral ve kısmi
TPN birlikte uygulanan hastalarda belirgin kas kitlesi artışı mevcuttur. Organizmanın
gereksinimlerine göre dengeli beslenmenin tam olarak yapılamadığı, oral polimerik
diyetin kısmi uygulandığı hastalarda ise kas kitlesinde belirgin artış olmamış,
buna karşın deri kıvrımı kalınlığında artış gözlenmiştir. Malnütrisyonun
düzeltilmesindeki amaç, kas yedeğinin artırılmasıdır. Ancak B grubu hastalarda
dengeli beslenme, tam sürdürülemediğinden yağlanma gözlenmiştir. Lezzetinin kötü
olması nedeniyle ağızdan alımı zor olan oligopeptid diyet B grubu hastalarda yeterli
uygulanamamıştır. Ancak malabsorpsiyonu olmayan hastalara önerilen polimerik diyetle
de malnütrisyonu düzeltmede beklenen sonuca ulaşılamamıştır. Daha sonraki süreçte
cezaevi ziyaretlerinde yeniden beslenmeleri geleneksel yemek alışkanlıkları ile
sonlandırılan Grup I (52 kişi) katılımcılarında, yeniden beslenmesi uygun düzenlenen
dokuz katılımcıya göre aşırı yağlanma ve ödemin geliştiği gözlenmiştir.
Bu sonuçlar,
malnütrisyonda enteral oligopeptid diyetin kullanılmasının gerekliliğini
vurgulamaktadır. Ayrıca başlangıçta adaptasyon döneminde de enerji ve protein
gereksiniminin karşılanması için kısmi TPN desteği sağlanmalıdır. Villöz
atrofinin düzelmesi için oligopeptid diyet 6 hafta-2 ay süresince uygulanmalıdır.
Kardiyolojik
Bulgular
Hastalarımızda
altıncı günde yapılan değerlendirmede, yedi hastanın dördünde ortostatik
hipotansiyon saptanmıştır. Daha sonraki günlerde izleme aldığımız hastaların hiçbirinde
ortostatik hipotansiyon saptanmamış, dört hastanın ortostatik hipotansiyon bulgusu da
düzelmiştir. Hastalarının tümünün EKG incelemeleri normal sınırlar içinde değerlendirilmiştir.
Tiamin tedavisinin beşinci gününden itibaren kliniğimizde yapılan ilk dönem kayıtlarında,
hastaların hipotansif ve bradikardik seyrettiği gözlenmiştir. Ancak kan basıncı ve
nabızların ilk haftadan itibaren progresif olarak yükseldiği, üç hafta sonrasında
ise stabilleştiği gözlenmiştir. İlk ve
21. gün değerlerinin karşılaştırılmasında saptanan anlamlı istatiksel artış bu
izlenimi doğrulamaktadır.
Literatürdeki WA
serilerinde, dolaşım sistemi bulguları olarak taşikardi, postural hipotansiyon (“diziness”,
baygınlık hissi, bazen senkop), minör EKG değişiklikleri ve egzersizle ortaya çıkan
dispne bildirilmektedir. Çok az hastada kardiyak beriberinin bulgusu olan konjestif kalp
yetersizliği görülmüştür. Gravallase ve Victor (1957) WA’daki dolaşım
bulgularının düşük periferik vasküler dirence bağlı geliştiğini ve tiamine
cevaplı olduğunu belirtmişlerdir. Birchfield (1964) postural hipotansiyonun
hastalığın erken safhasında yüksek oranda saptandığını, anemi ve hipovolemiden
bağımsız olarak vazoadaptasyonun nöral regulasyon defektine bağlı geliştiğini
belirtmiştir. Tiamin eksikliğine bağlı gelişen efferent sempatik sinir sistemindeki
etkilenmenin muhtemelen periferik sinirler, sempatik gangliyon veya kolonun
interomediolateral pregangliyonik nöronlarında olabileceğini belirtmiştir. Postural
hipotansiyonun tiamin tedavisiyle hızla düzelmesini de -WA’nın diğer lezyonlarına
benzer- geri dönüşümlü biyokimyasal lezyonlara bağlı gelişmesi ile açıklamıştır.
Ayrıca, WA hastalarındaki egzersiz intoleransını, hipotalamik lezyonlar sonucu
gelişen kardiyovasküler regülasyondaki bozulmayla açıklamıştır. Sonraki yıllarda,
literatürde WA’nın dolaşım bulguları için bu derecede ayrıntılı çalışmaya
rastlanmamıştır. Ancak Birchfield’ın çalışması halen yeterli referans olarak
kabul edilmektedir (Adams, Victor, Ropper, 1997).
Literatür
bilgileri ile hastalarımızda saptadığımız geri dönüşümlü bradikardi,
hipotansiyon ve ortostatik hipotansiyon uyumludur. Dört hastada saptanan ortostatik
hipotansiyon tiamin tedavisi sonucunda hızla
düzelmiştir. Geç dönemde başvuran ve yeterli tiamin almış olan hastaların hiçbirinde
ortostatik hipotansiyonun olmaması da benzer şekilde açıklanabilir. Ayrıca,
hastalardaki düşük kan basıncının progresif olarak artması ve tedavinin üçüncü
haftasında stabilleşmesi de tiamin tedavisine verilen cevabın göstergesidir. Hastalarımızın
hepsinde EKG normal değerlendirilmiştir. Hastalarımızda WA için tanımlanan dolaşım
bulgularının olmasına rağmen, EKG değişikliklerinin saptanamaması dikkat
çekicidir. Wallace ve ark. (1949), hastalarındaki ST-T değişikliklerinin tiamin
tedavisinin ilk iki gününde devam ettiğini, ancak altıncı günde EKG’nin normal
olduğunu bildirmişlerdir. Tiamin tedavisi ile hızla düzeldiği belirtilen EKG
değişikliklerinin, 5 ve 7. günde EKG’leri elde edilen hastalarımızda da düzelmiş
olabileceği düşünülebilir.
Hastalarımızın
TTE değerlendirmesinde saptanan, sol ventrikül kas kitlesindeki anlamlı azalma, diğer
tüm vücut kaslarındaki yıkıma paralel olarak, kalp kasında da yıkım olduğunun göstergesidir.
Buna rağmen hastaların sistolik ve diastolik fonksiyonları normal sınırlar içinde
kalmıştır. Bu bulgular kalp kasında belirgin yıkım olmasına rağmen fonksiyonların
korunma eğilimini göstermektedir. Ancak hasta grubunun fraksiyonel kısalma ve ejeksiyon
fraksiyonu kontrollerle karşılaştırıldığında istatiksel anlamlı azalma
bulunmuştur. Aynı şekilde sol ventrikül diastol sonu volümü ve kalp debisi,
hastalarda normal sınırlar içinde bulunsa da kontrollerle karşılaştırıldığında
istatiksel olarak anlamlı azalmıştır.
Yüksek kardiyak
debi ve kalp yetersizliği beriberinin karekteristiğidir. WA literatüründe, beriberinin
kardiyak tutulumu ile tiamine cevaplı kalp yetersizliğinin çok nadiren gözlendiği
belirtilmektedir. Victor, Adams ve Collins’in (1971) geniş serilerinde sadece iki
hastada tiamine cevaplı konjestif kalp yetersizliği saptanmıştır. Kalp yetersizliği
bulguları olmayan hastalarımızda aynı zamanda kalp debisinin azaldığı görülmüştür.
Bu durum beriberide beklenenin tam tersidir. Tiamin eksikliği geliştirilen hayvanlar
üzerindeki deneysel çalışmalar göstermiştir ki, tiaminin kronik eksikliğinde kalp
yetersizliği gelişmektedir. Yetersizliğin gelişiminden çok öncede taşikardi ve EKG
değişiklikleri gözlenmektedir (Swank ve Bessey, 1942). Açlığın son döneminde
tiamin eksikliği gelişmiş olan hastalarımızda yüksek debili kalp yetersizliğinin
gelişmesi için erken olduğu düşünülebilir.
Kothari ve ark.
(1992) ağır protein-enerji malnütrisyonu (PEM) olan çocuklarda, hastalarımızdakine
benzer TTE çalışması yapmışlardır. Hasta gruplarında sol ventrikül kas kitlesi
ile bu kitle değerinin vücut ağırlığına oranının, sağlıklı eşlenmiş
çocuklardan istatiksel anlamlı azalmış olduğunu bildirmişlerdir. Sistolik
fonksiyonlarda belirgin istatiksel anlamlı azalma olmamasına rağmen kalp debisinin
azaldığını belirtmişlerdir. Hastalarımızın TTE bulguları da, ağır PEM’li
çocuk hastalarla benzer ekokardiyografi bulguları içermektedir. Kothari ve ark.
hastalarında WA saptamamıştır. Bu literatür bilgisinin de desteğiyle TTE
bulgularımızın, hastalarımızdaki ağır PEM’in kardiyolojik sonucu olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak uzun
süreli açlık sonrasında WA ve PEM gelişmiş hastalarda; muhtemelen PEM’e bağlı
olarak kalp önemli ölçüde etkilenmektedir. Tiamin eksikliğinde görülen klasik
beriberi tablosu gelişmemektedir. Postural hipotansiyon, bradikardi ve hipotansiyon ise
tiamin eksikliğinin sempatik sinir sistemindeki geri dönüşümlü hasarına
bağlıdır.
Patolojik Değerlendirme
ve Nekropsi Bulguları
Adli Tıp Kurumu
otopsi raporları üzerinden yapılan değerlendirmede altı olgunun nekropsi
bulgularında makroskopik olarak cilt altında solukluk, beyinde subaraknoidal bölge ve
parankimde lokal kanama alanları, akciğerlerde ödem ile subplevral ve parankimal kanama
alanları, karaciğerde yağlanma, mide ve barsaklarda mukozal atrofi, yer yer submukozal
kanamalar ve fekaloid gaita ile cilt altı yağ dokusunda atrofi saptanmıştır. Adli Tıp Kurumunca
hazırlanmış olan ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında tekrar
değerlendirilen mikroskopik preparatlarda ise akciğerlerde lobuler pnömoni, kalbde
interstisyel fibrozis, karaciğerde fokal nekroz ve beyinde iskemik değişikliklerle,
subaraknoidal ve beyin sapında intraparankimal peteşiyal kanama alanı görülmüştür.
Makroskopide tanımlanan
karaciğer yağlanması histopatolojik olarak verifiye edilememiştir. Karaciğer,
otolizin hızlı geliştiği bir organdır. Bu nedenle mikroskopik preparatlar üzerinden değerlendirme güç olmaktadır. Dört olguda
gözlenen lobüler pnömoni, malnütrisyonlu hastalarda beklenen bir komplikasyondur ve en
sık ölüm nedenlerinden biri olarak gösterilmektedir (Cahill, 1970; Leiter ve Marliss,
1982). Üç olgumuzda da birincil ölüm nedeni pnömoni olarak yorumlanmıştır.
Organizmanın
metabolizmasını iyice küçülterek uzamış açlığa adaptasyon geliştirdiği
bilinmektedir. Buna rağmen dışarıdan alım olmadığından mevcut depolar başlıca
enerji sağlamak amaçlı kullanılmakta,
yağ ve protein dokusunda belirgin kayıp gelişmektedir. Bu nedenle uzun süreli açlığa
maruz kalmış bireyde, cilt altı yağ dokusunda ve kas kitlesinde atrofi olmaktadır.
Organlarda atrofi hem metabolizmanın küçülmesi hem de sürekli olan kayıplar
nedeniyle beklenilen durumdur. Bu literatür bilgileri PEM’li, genellikle çocuk olan
hastalardaki gözlemlerin sonucunda elde edilmiştir. Yetişkinlerde uzun süreli tam açlık
sonrasında bütün organlar için yapılmış morfolojik değerlendirme literatürüne,
Özkalıpçı ve arkadaşlarının (1995) dört açlık grevcisinin otopsi bulgularını içeren
bildirileri dışında ulaşılamamıştır. Olgularımızla benzer bulguların olduğu bu
otopsilerde aynı Adli Tıp Kurumunda yapılmıştır. Bu bildiride de olgularımızda
olduğu gibi yeterli ve ayrıntılı değerlendirme yapılmamış olduğu gözlenmektedir.
Ancak pnömoni, Özkalıpçı ve ark. ile bizim olgularımızda belli başlı ölüm
nedeni olarak değerlendirilmiştir.
Olgularımızda
beyin dışındaki organların ağırlığında azalma dikkat çekmektedir. Sadece akciğerlerin,
özellikle de sağ akciğerin ağırlığında ödem ve pnömonik infiltrasyona bağlı
artış gözlenmiştir. Organların tartıları sonucu elde edilen bulgular da literatürde
öngörülen tablo ile uyumludur.
Histopatolojik değerlendirmeler ise birçok organda
(pankreas, böbrek, sürrenaller, barsaklar, mide, karaciğer) otoliz başladığından ve
özellikle makroskopide tanımlanmış patolojik bölgelerden uygun kesitler hazırlanmadığından
elimizde bulunan mevcut preparatlarla kısıtlı yapılabilmiştir. Olguların beyin
dokularından yapılmış olan az sayıdaki örneklemelerin değerlendirmesinde saptanan
mikrogliyal proliferasyon ve hafif derecede astrosit artışı, nöronlar ve damarlar
çevresindeki ödem ve myelin hasarı için hipoksiye bağlı gelişmiş olabilecekleri
yorumu yapılmıştır. Sadece olgu 6’da saptanan beyin sapındaki periventriküler
intraparankimal peteşiyal kanamanın WA ile uyumlu olduğu düşünülmüştür.
Literatürde WA’nın akut döneminde nadiren koma gelişebileceği ve tedavide
gecikilirse hastanın kaybedilebileceği bildirilmektedir (Victor, 1990). Nadel ve ark.
(1976), iki alkolik olmayan WA olgusunun otopsilerinde akciğer ödemi ve bronkopnömoni,
özafagus ve midede kanama odakları saptamışlardır. Beynin değerlendirmesinde; iki
yanlı mamiller cisimde, 3. ventrikül duvarında, 4. ventrikül tabanında ve periakuaduktal gri maddede hemoraji
saptanmış, histolojisinde ise hemoraji ile endotelyal hücrelerde belirginleşme
bildirilmiştir. Yine Suzuki ve ark. (1996), alkolik olmayan akut WA hastalarının
otopsilerinde 3. ve 4. ventrikül ile akuadukt çevresinde ödematöz değişiklikler gözlediklerini,
mikroskopisinde ise nöropillerde süngersi dağılma, kapiller endotelyal hücrelerde
şişmeyle birlikte eritrositlerin damar dışına çıkmış olduğunu bildirmişlerdir.
Mascalhi ve ark. (1999) aktarımıyla, Harper ve Butterworth WA’nın erken safhasında görülen
histopatolojik değişiklikleri, nöropil ve damar çevresinde olmak üzere tanımlamışlardır.
Bir kaç gün içinde küçük kan damarlarının belirginleştiğini ve endotelde şişme
ile adventisyada kalınlaşmanın olduğunu, üç-dört günden sonra ise astrosit artışı
ile bazen hemoraji geliştiğini belirtmişlerdir. WA’daki nöronal hasarın, hipoksi
sonucunda oluşan patolojik değişikliklerle benzer olduğunu ancak beynin diğer
alanlarında daha az değişikliğin olmasının tanıya aracılık edeceğini
vurgulamışlardır. Victor (1990), otopsilerde WA için karekteristik patolojik değişiklikleri
olan olguların % 20’sinde peteşiyal hemoraji gözlendiğini ve bunların pekçoğunun
agonal oluştuğunu bildirmiştir. Bu literatür bilgileri, olgu 6’da gözlemlediğimiz
periventriküler intraparankimal peteşiyal kanamanın, damar ve nöronlar çevresindeki
ödemin WA’ya bağlı gelişmiş olabileceğini doğrulamaktadır. Bu olgunun
ölümünde, akut WA komasının rolünün olabileceğini düşündürmektedir. |
|